Demokrasi için, şekli değil katılımcı bir demokrasi için (katılımcı demokrasiyi önemsiyorum çünkü toplumcu bir demokrasiye geçiş için bir evredir) umutlarım azalmaya başlıyor. Türkiye’yi aydınlarına ve halkına karşı tüm ceberutluğuna rağmen, Osmanlı bakiyesi Ortadoğu devletlerinden ayırıyordum. Hatta tüm İslam dünyasından ayırıyordum İki gerekçem ve aslında güvendiğim dayanak vardı. Birincisi Osmanlı’nın yetiştirdiği aydınları ve demokrasi (meşrutiyet) deneyimlerini Türkiye Cumhuriyeti’ne taşımıştı. İkincisi bir imparatorluk bakiyesi olarak çok dilli, çok dinli, çok milliyetli bir deneyim de kodlarında mevcuttu. Her ne kadar 20 yy damgasını vuran ırkçı milliyetçilik, kutsal devlet ve soğuk savaş körlüğünden nasibini almıştı ama bunlar konjonktüreldi, aşılamayacak şeyler değildi.
“Tek tip insan” yetiştirme projelerinin, insanı (ve halkları) barışa değil, ikiyüzlülüğe götürdüğünü düşünmüşümdür ömrümün uzun yılları öncesi. Çünkü insanın kendi bedenine, kendi geçmişine, kendi ruhuna sığmaz bir fıtratı vardır. Aynı ortamda, aynı etkiye her zaman farklı için farklı tepki verebilme özelliği vardır. Sayısal değil analitik düşünür. Bunun önü açılmadığı zaman (siyasi otoriterlerce) ister istemez “riya”, ikiyüzlülük, takiyye başlar. Çünkü aynı zamanda bireyci de olduğu için, kendini ve belki de düşüncelerini koruma içgüdüsü harekete geçer. Ne zamana kadar? Kaybedecek bir şeyi olmadığı veya kaybetmekten korkmadığı ana kadar.
Cumhuriyette tek tip insan, bir biriyle kardeş (!) tek tip insan yetiştirme projesinden vazgeçecek, çok sesliliğin, çok yönlü düşünmenin sinerjisinden yararlanıp, demokrasi ve refah, sosyal ve ekonomik adalet çıtasını yükseltebilecekti. Bunun için iki engeli de aşması gerekiyordu. Birincisi Alevileri İslamcın marjinal yorumu olarak görmekten vazgeçmeliydi, ikincisi Kürtlerle sorunlar demokrasi temelinde çözülebilmeliydi.
İnanç olarak Aleviliğin, felsefe olarak Bektaşiliğin sosyolojik olarak toplumsallaşması, önemli bir etnik unsur olarak Kürtlerin demokrasiye entegre edilmesi katılımcı demokrasiyi, demokraside empati ve hoşgörü kültürünü ve dolayısıyla toplumsal esenliği ve de siyasetin dilini ve salt sandığa dönük (sayısal üstünlük) yapılanmasını yumuşatacaktı. Bu çoğulcu ortamda toplum filozof ve sanatçı yetiştirebilecek, filozof ve sanatçılar itibar görebilecektir. Toplum ve siyaset dokusunu sağlamlaştırmak için gerekli filozof ihtiyacını sadece asırlar öncesinin Mevlana’sında, Farabi’sinde, Hacı Bektaş’ında değil çağının filozoflarıyla da giderebilecektir.
Bu umudun giderek azalıyor veya başka bahara kalıyor, görünen o. Sünni İslam söylemde kardeşlik vurgusu yapsa da, uygulamada ne Aleviliği tanımaya ne de anlayıp saygı duymaya yanaşıyor. Keza Kürt sorununun demokrasinin geliştirilmesi sonucu çözülmesi ve bu yolla da cumhuriyetin daha çağdaş ve katılımcı bir “niteliğe” büründürülmesi Ortadoğu’daki gelişmeler sonucu, ayrıkçılık iştihalarının kabarması emareleri, Cumhuriyeti tekrar içe kapanıp “ya dostumsun ya düşmanın”, “ya bendensin yada bana karşı” şizofreniliği ve şüpheciliğinin yeniden nüksetmesine yol açabilecek gibi görünüyor. Nasıl ki cumhuriyetin bu iki kesime (ve diğer azınlık ve marjinallere) demokrasi borcu varsa, 1990’larda demokrasinin geliştirilmesine sekte vuran PKK ve Kürt sorununun Türkiye Cumhuriyeti halklarına da demokrasi borcu varıdır. Ha Kürtler “biz, İran, Türkiye, ırak ve Suriye’den aldığımız topraklarla ayrı bir devlet kurarız, “TC” ne yaparsa yapsın..” diyecekse, şunu hatırlatmak gerekir: Kürtlerin yoğun olduğu coğrafyada hiç de görüldüğü kadar homojen değillerdir. Onların da içlerinde Alevisi – Sunnisi var, Kürdü – Arabı – Farsı var… Kürtlerinde milliyetçilikten de öncelikli olan aşiretçiği, cemaatçiliği, bölgeciliği, hurafeciliği var vs. Ve bunlar bir süre sonra nüksedecek, bunların üstesinden gelmek için ise Ortadoğu kabilecilik zihniyetçiliği yerine, iyi-kötü 150 yıllık bir demokrasi deneyiminin akıl ve bilim yörüngesinde analitik zihniyete ihtiyaç duyulacaktır.
Ha, bunca yaşanan ortak tarihten, ortak torunlardan, ortak mekanlardan, ortak komşuluklardan sonra bölünme gerçekleşirse, ikinci bir mübadelenin yaşanmasında, parçalanmış ailelerin ortaya çıkmasından endişe ederim. Ve biz hala Hıristiyan Karaman Türklerinin vebalinden kurtulamamışken, bu ikinci mübadelenin vebalinin hesabını tarihe kimlerin vereceğini de merak ederim.
—————
Demokrasinin olmazsa olmaz iki ayağı vardır biliyorsunuz: Laiklik ve seçim. Sünni İslami kesim seküler bir laiklik anlayışında demokrasiye entegre edilmiş görünüyor. (Sekülarizm tanımında da herkes henüz hem fikir değil henüz. Benim anladığım, inancın devlet baskı ve yönlendirmesinde olmadan ve fakat demokrasi ve modern dünya (kapitalizm) ile de çatışmadan, birey tarafından bireyin vicdani olarak yaşanmasıdır. Ne bileyim, bunun gibi bir şey işte..). Ama her nedense diyanetin, siyaseten ve sosyal olarak devletin tekelinde tutulmasını da savunmakta direniyorlar. Şimdi sıra seçimde (sandıkta) sekülarizme gelmiş olmalıydı. Yani her siyasal görüşe siyasette temsil imkanı tanınmalı. Bunda da direniliyor, yani seçim barajının (halen %10), makul seviyelere düşürülmesine yanaşılmıyor.
Seçim barajının yüksek olması:
1- Mecliste temsil imkanı olmayan partilerin seçmenlerinin ve marjinal kesimleri, yönetimlerine nüfuz etme imkanı olmayan partiler oy vermek zorunda bırakılmalarına,
2- Demokrasinin hiçbir kanalında temsil ve seslerini duyuramayan bu kesimlerin kendilerine meşru veya gayrimeşru alanlar açmak için yine marjinal (çadır açmak, duran adam, yeryüzü sofraları, molotof kokteyli, mülkiyet Vandallığı) yöntemler bulmalarına neden olmaktadır.
Görünen o ki, bireyin siyasal söyleminin devletin baskı ve yönlendirmesi olmadan ve fakat demokrasi ve modern dünya ile de çatışmadan toplumda yer, siyasette temsil bulması (siyasi sekülarizm) önündeki engeller (seçim barajları, siyasi partiler yasası, toplantı ve gösteri yürüyüşü yasası vs.) kalkmadan sağlıklı ve katılımcı bir demokrasiye, hakkaniyet ve sosyal adalet gözeten bir demokrasiye geçiş mümkün görünmüyor. Daha çok yolumuz, ödenecek bedeller var galiba.. 29.07.2013