NERDEEEN NEREYE!
arayıp duruyorsan
hiç kusursuz bir insan
biraz daha bekleyeceksin canım!
doğmadı o çünkü henüz
anasının karnından.
H.E.
(Aksu Öğretmen Okulu 4. sınıf… Yaz tatili… Ağustos 1957… 401 nolu anı-öykünün devamı)
Dört yıl önce 11 yaşındayken binmiştim ilk kez, dört tekerlekli bir arabaya.
“Ne demek? Kağnının da dört tekerleği yok mu? O yaşa kadar kağnıya da mı binmedin yani?” diyeceksiniz.
Evet, binmedim.
Niçin mi?
Akseki’nin dağların harman olduğu Gödene ve Menerge köylerinde kağnı vardı da mı binmedim!
Tekerlek dönecek düzlük ne gezer ki o yörede, kağnı yürüyebilsin. Ve işte bu yüzden, gerçekten de 1953 sonbaharında, Aksu Köy Enstitüsü’ne sözlü sınava giderken, ilk kez bindim bir otobüse.
Sınav heyecanı diye bir duygu ve düşünce yoktu içimde. Aksine otobüse binmenin sevinci ve coşkusuyla mutlu mu mutluydum ben.
Niçin korkacakmışım ki sınavdan? Yazılı sınavı nasıl başarmışsam, sözlüyü de başaracaktım elbet. Zerre kadar takmamıştım kafama.
Dört yıl önce, Akseki’den Manavgat’a, Serik’e, Antalya’ya doğru gidiyordu otobüsümüz. Oysa şimdi Beyşehir’e, Konya’ya doğru…
O gün, yüksekten alçaklara doğru koşuyordu, oysa bugün daha da yükseklere tırmanıyor.
İlk durağımız Cevizli imiş. Cevizli, ilçemizin İbradı, Güzelsu gibi birkaç bucak merkezinden biriydi. O yıllarda “bucak” yerine “nahiye” denirdi daha çok.
Aaa, Cevizli’de bizim bir köylümüz olacak. İlkokuldan sınıf arkadaşım, komşum Yaşar Ulukaya’nın amcası… Fahrettin ve Bahattin’in babaları Ârif Ulukaya… Cevizli PTT Müdürü…
Otobüsümüz aynı zamanda “Konya Postası” olduğuna göre mutlaka uğrayacaktı PTT’ye. Mümkün olur da görürsem, “Merhaba Ârif Amca” deyip elini öperim.
Akseki-Antalya Postası, ilçeden çıkar çıkmaz hep güneye yol alırken, Akseki-Konya Postasının yönü hep kuzey… Zorlu birkaç dağ tepe aştıktan sonra, küçük bir düzlüğe ulaşıyoruz. Cevizli işte burası…
PTT’nin önünde duruyor otobüsümüz ama inmek yasak. Çünkü postayı alıp hareket edecekmişiz hemen. Gerçekten de muavin denen şoför yardımcısı, önceden hazırlanmış torbaları alıp bagaja koyunca, ver elini Beyşehir deyip düştük yollara yine.
Cevizli’den sonra daha bir rahattı; Beyşehir yolu.
Akseki-Cevizli arasında olduğu gibi zorlu bir dağ, tepe yoktu önümüzde. Şoförümüz yıllardır gide gele ezberlemiş bu yolları zaten. Güle oynaya ulaştırdı bizi; öğle olmadan Beyşehir’e.
Otobüs garajda durunca indim; buraya kadardı çünkü biletim.
Alıcı gözle şöyle bir bakındım çevreme. Seydişehir yazıhanesiydi aradığım. Ve buldum sonunda; kimseye sorma gereği duymadan.
“Konya’dan yaklaşık bir saat sonra gelecek otobüs.” dediler. Uygundu benim için. Biletimi alıp koydum cebime. Tam bu sırada bir ezan sesi geldi uzaktan.
“Allahuekber, Allahuekber!..”
Aa… Burası Konya’nın ilçesi Beyşehir… Antalya ve ilçelerindeki gibi, burada da mı Arapça okunuyordu ezan!
İyi de neden?
“Ne demek neden? Antalya ile Konya’nın, Akseki ile Beyşehir’in farkı ne ki?” diyorsunuz; öyle mi?
Anlatayım izninizle:
O yıllarda Karaman il merkezi değil, Beyşehir ve Seydişehir gibi Konya’nın bir ilçesiydi. Ve o ilçe merkezinde Osmanlı Beyliği’nden yaklaşık 50 yıl önce Karamanoğulları Beyliği kurulmuştu.
Karamanoğlu Mehmet Bey’in çok beğendiğim ünlü bir emrini anımsadım o anda. Diyordu ki:
“Bundan sonra divanda, dergâhta, meydanda ve dahi her yerde Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır.” Yani demek istiyor ki Mehmet Bey, “Günlük konuşmalarda olduğu gibi, devletin resmî dairelerinde ve dinsel söyleşilerin yapıldığı her yerde yalnız Türkçe kullanılacak.”
Ne yazık ki, hiçbir Osmanlı beyi ve padişahı, dilimize karşı Karamanoğlu Mehmet Bey kadar duyarlı olmamıştır.
Ben ki, Atatürk sayesinde, ilkokul üçüncü sınıfa kadar, “Tanrı uludur! Tanrı uludur!” diye başlayan Türkçe ezanla büyüdüm. 1950’de Demokrat Parti iktidar olunca, benim dilimin yerine minarelerde Arapça egemen oldu yine.
Ne gariptir ki, Karamanoğlu Mehmet Bey’in bu çok beğendiğim emrini yayımladığı ferman 13 Mayıs (1277) tarihli, DP’nin iktidarı kazandığı seçim günü de 14 Mayıs… (1950)
O günkü delikanlı Hüseyin Erkan, yaklaşık 700 yıl önce verilen bu emrin, Antalya’da değilse bile, hiç değilse Konya’da geçerli olacağını düşünüverdi bir anda.
Keşke öyle olsaydı!
Bırakın 13. yüzyılda verilen bu emri, Atatürk’ün 1930’larda çevresindeki insanları ikna ederek uygulamaya koyduğu “Türkçe ezan”ın oy kaygısıyla Arapça okunmasına bile “hayır” diyememiştir; o büyük insanın son başbakanı Celal Bayar.
Konya’dan gelecek Seydişehir otobüsünü beklerken, bir lokantaya gidip mercimek çorbasıyla doyururken karnımı, bu tür şeyler düşündüm hep.
Türkçe ezan okutan bir Arap ülkesi düşünebilir misiniz siz?
Bırakın Türkçe ezan okutan bir Arap ülkesini; çocuğuna Güler, Sevinç, Dilek, Umut, Orhan gibi Türkçe ad koyan bir Arap duydunuz mu hiç?
Pekiyi, biz niçin mecbur oluyormuşuz?