PAZARA KADAR DEĞİL, SEVGİMİZ BİZİM
1954-1955 eğitim yılında “Aksu Köy Enstitüsü”nün devamı olan “Aksu Öğretmen Okulu”nda
2. sınıf öğrencisiydim.
Türkçe, matematik ve sosyal bilgiler gibi önemli derslerimizden biri de tarımdı.
Nerden mi biliyorum, “tarım”ın da önemli bir ders olduğunu?
Yukarıda saydığım ilk üç ders gibi, tarım da haftada dört saatti çünkü. Ve tarım dersi
öğretmenimiz Ahmet Tuncer…
Yağışlı havalarda sınıfta ders yapardı öğretmenimiz ama iyi havalarda hep dışarıda…
“Dışarıda mı? Dışarıda ders mi olur?” diye soracaksınız haklı olarak.
Haklısınız gerçekten de çünkü siz ilkokul, ortaokul ve lise dahil sınıfta yaptınız hep derslerinizi.
Dört duvar arasında, karatahta başında… Defter, kalem, kitap ile… Öğretmen anlattı, siz not tuttunuz.
Sonra ders kitabını ve o notları ezberleyip sınavlarda iyi notlar alarak sınıfları teker teker geçip
diploma aldınız; değil mi?
Ama ben bir ortaokul ya da bir liseden değil, 1940’ların başında, “köy enstitüsü” olarak
kurulmuş bir okuldan söz ediyorum. 1955’te adı “köy enstitüsü” değildi ama “yaparak ve yaşayarak
öğretmek ve öğrenmek” kuralına dayanan o doğru ve güzel anlayış Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı
Tonguç’tan sonra yıkılmaya çalışılsa da yok edilememişti henüz.
Bizden önceki öğrenciler bu anlayışla çalışarak “Karanlık Sokak” denen sazlık ve bataklık bir
araziyi kısa sürede 800-1000 öğrencinin barınacağı bir eğitim yuvası haline getirmişler. Derslikler,
yatakhaneler yapmışlar. Mutfak, yemekhane, kümes, hamam yapmışlar. Portakal, limon, mandalina,
greyfurt yetiştirmişler.
Kanallar açıp su getirmişler. Yalnız elektrik değil, taştan kireç, topraktan tuğla ve kiremit
üretmişler. Kendi elleriyle yaptıkları yol, sokak, cadde ve meydanları akasya, çam, okaliptüs ve
palmiye ağaçlarıyla süslemişler.
Onların sayesinde rahatlık biz o günlerde. Bunları söylemiyordu öğretmenlerimiz ama
görünen köy kılavuz istemez ki!
Ayrıca iki de süs havuzu yapmışlar. Biri dersliklerin ortasındaki meydanda… Yuvarlak ve ortası
fıskiyeli. Çevresinde minare boyunda dört palmiye ağacı…
Bir havuz da “idare binası” denen müdür, müdür yardımcıları ve muhasebenin bulunduğu
yapının önündeydi. Yuvarlak da değildi o, dikdörtgen de… İkisinin karışımı hoş bir görünüşü vardı.
Yaz çalışmaları için okulda kaldığımız aylarda sıcaktan bunalınca, öğretmenlerin öğle
paydosunda lojmanlarına ya da öğretmenler lokaline gittikleri sırada bu havuza girip serinlerdik.
Yemekhane ile hamam arasında oldukça büyük bir üzüm bağı vardı. Siyah, beyaz, mor her
çeşit üzüm… Erken olgunlaşan da vardı, oldukça geç olgunlaşan da…
Pekiyi, bunca yapı ve bağ bahçe, bizden öncekilerin emekleriyle yapılmış da biz yapamaz
mıydık hiçbir şey?
Tarım öğretmenimiz Ahmet Tuncer sayesinde bizim de katkılarımız oldu bu güzelliklere:
Özellikle sonbahar ve ilkbahar aylarında, yatakhanelerimize yakın bomboş bir yamaçta 8-10
metre arayla fidan dikmek için çukurlar açtırdı bize öğretmenimiz. Yaklaşık 40-45 cm çapında, 50-60
cm derinlikte…
Yarısına kadar üsten çıkan toprağı bir yana, daha alttakini öbür yana koyuyorduk.
Fidan dikerken, önce üstten çıkan toprağı yerleştiriyorduk çukura. Elimiz ve ayağımızla bir
güzelce sıkıştırdıktan sonra, alttan çıkan toprağı da dolduruyorduk kürekle.
Meyve değil, çam fidanları dikmiştik o yamaca. Çukur açıp içine fidan yerleştirmekle
bitmiyordu işimiz.
Fidan dikilir dikilmez, can suyu vermek gerekiyordu hemen. Su ne gezer o yamaçta!
Tenekeyle, kovayla götürüyor; bolca veriyorduk suyunu. Yetmez! Birkaç gün arayla, birkaç kez daha
sulanmak ister; yeni dikilen fidan. Bebek o fidanlar, bebek!.. Ve bir bebek gibi sevgiye, bakıma
muhtaç…
Tarım dersinde böyle öğrenirsen fidan dikmeyi, 60 yıl geçse bile unutmazsınız. İçinde bir tek
ağaç olmayan bir diken tarlasını incirinden hünnaba, ceviz ve bademinden fındığa, nara, muşmula ve
Trabzon hurmasına varıncaya dek meyve ağaçları yetiştirip çam, ıhlamur, iğde, manolya ve
palmiyelerle süsleyip bir gül bahçesine dönüştürebilmişsem, Aksu Köy Enstitüsü’de okumuş olmama
ve tarım öğretmenim Ahmet Tuncer’e borçluyum bunu. Bir de eşim Güler’e…
“Aksu’yu ve tarım öğretmenini anladık da eşine niçin borçlusun?” derseniz, o böyle bir bahçe
istemeseydi benden, mümkün müydü böyle bir işe soyunmam benim!
Sözgelişi ben böyle bir öneri yapsaydım da, “Deli misin sen Hüsoş? Ne işim var benim köyde?
Tek ağacı bile olmayan bir diken tarlasında?” dese, ne diyebilirdim ben?
“Üç beş yılda geçer hevesiniz.” demişti dostlarımız. Oysa 32 yıldır yazları hep bu bahçedeyiz
biz.
Ahmet Tuncer öğretmenimle 1964-1966 yıllarında Hasanoğlan Atatürk Öğretmen Okulu’nda
iki yıl birlikte çalışmak da nasip oldu bana. Aksu’da nasılsa Hasanoğlan’da da öyleydi öğretmenim.
Emekliliği çoktan gelmişti ama çalışmayı tercih ediyordu o.
Orta yaşlı meslektaşlarımdan çoğu, okulda uygulamaya çalıştığım yeni eğitim yöntemlerine,
“Eski köye yeni âdet mi getirmek istiyorsun?” diye karşı çıkarken, yine Aksu’dan değerli
öğretmenlerim Musa Okay, Şenay Can, Rıfkı Can gibi beni içtenlikle destekleyenlerden biri de Ahmet
Tuncer’di.
İlk kez Hasanoğlan’da görüp tanıdığım, “Köy Enstitüleri”nde yetişmiş ya da o kurumlarda
öğretmenlik yapmış Resim Öğretmeni Himmet Şahin, Tarım Öğretmeni İhsan Aksu, Müzik
Öğretmenleri Osman Işık ve eşi Müzeyyen Işık’la da benden 30-35 yaş büyük oldukları halde çok iyi
anlaşıyorduk. Onlar beni “deli fişek” kardeşleri, ben de onları akıllı uslu ağabeylerim ve ablalarım
olarak gördüm hep.
Matematik Öğretmenleri Durali Kılıç, eşi Gülten Hanım, Müdür Yardımcıları Erol Gürakın,
Fikret Öztürk, Sacit Çorapçıoğlu, Edebiyat Öğretmenleri Meral Garan, Mevlüt Aydın, Beden Eğitimi
Öğretmenleri Âsım Yılmaz, Yıldız Özcan yine Aksu’dan Beden Eğitimi Öğretmenim Osman Aybastı ile
eşi Türkçe Öğretmenim Naciye Aybastı açık açık destek vermeseler de köstek olmadılar hiç.
Önceki müdürümüz Nâzım Esen ile sonraki müdürümüz Ahmet Sertöz “Ne şiş yansın ne
kebap!” anlayışıyla ortada kalmayı yeğlediler.
Aksu’daki öğretmenlerimin tümünü öbür dünyaya göç ettikleri günlere kadar arayıp sordum;
içten sevgi ve saygılarımı sundum. Onlardan da ilgi, sevgi ve yakınlık gördüm sürekli.
Şimdi de iyilik ve güzelliklerle anıyorum hep kendilerini.
Pazara kadar değildi çünkü; sevgimiz ve saygımız bizim!
Degerli öğretmenimin güzel anılarını ilgi ile izliyorum. Kendisine saygım ve sevgim sonsuzdur. Aniların cep telefonu yerine e-postama gelmesini tercih ederim. Selamlar…
Merhaba öğretmenim, yaşamdan kesitler sunduğunuz yazılarınızı severek okuyor. Zaten bu vesike ile de dostluğumuz pekişti. Anlatım tarzınız hatta kullandığınız imla kurallarına bile dikkat ediyorum. Öğretmenim den birşey öğrenebilir miyim diye. Sizin yazınızı birçok insan okur da ne yalan ben biraz da anlatım dilinizden birşeyler kspsbilit miyim diye de okuyorum. Hem de severek…
Bunları yazarken yıllar önce bşr olay ile karşılaştım. Gururumuz Aziz Sancar’ı dinlemeye gitti. Aziz Sancar Hocadan sonra başkaları da konuşmacı oldu. Özel Eğitim alanında kitapları da olan Leyla Ataman hoca konuştu. Ben de dört parmak kalınlığında Özel Eğitime Giriş kitabını okumuştum. Baktım konuşmadan sonra kürsü önünde bir kalabalık oluştu. Ben de indim. Fotoğraf çektiriyorlar. Tam sıraya girmiştim li bir bey tanıma geldi. “Üniversiteden hocsmuzfır. Özel bir fotoğraf çektiriyoruz.” deyince ben sıradan çıktım. Fotoğraf işi bitti. Leyla Hacanın yanına gittim. “Hocam bunlar sizin Kitaplarınızı sınıf geçmek için okumuşlar. Ben elli yağından sonra öğrenmek için okudum” dedim. O da “Bir fotoğraf ta seninle çektirelim” dedi.
Ben sizin yazılarınızı birşey öğrenebilir miyim diye de okuyorum…
Saygılarımla…