olgunlaşan hiçbir meyve
durmak istemez dalında
güle güle sana canım
herkes kendi yolunda.
H.E.
Güya Antalyalıyım ben ama denizi 12 yaşımda gördüm ilk kez. Uzaktan uzaktan o da… Hayran hayran baktım maviliğine. Aksu Köy Enstitüsü iken sonradan adı Aksu İlköğretmen Okulu olan okulumuzda 5. sınıftan 6. sınıfa geçtiğimiz yaz, temmuz ortalarına dek uzaktan bakıp durduk birbirimize.
Ben korktum nedense, yanına yaklaşmaya o devin. Beş yıl boyunca elim eline değmedi hiç, deniz denen o güzelin. Vapura da binmedim hiç; kayığa, sandala da… “Deniz engin bir sudur; mavi, yeşil, dalgalı” der ya bir şairimiz, bilgim o kadardı işte!
Kaş, Alanya, Tarsus, Silifke gibi ilçelerde deniz kıyısında doğup büyüyen arkadaşlarımız deniz suyunun çok tuzlu olduğunu söylüyorlardı ya aklım pek almıyordu bunu. Niçin mi?
Denize dökülen ırmakların, derelerin suyu tuzlu olmadığına göre, onca geniş alanları kaplayan suyu kim, nasıl tuzlayabilirdi ki? Dünyamızın üçte ikisi deniz olduğuna göre onca suya tuz mu yeter? Üstelik yağmur da tuzlu değil, kar da, dolu da… Dahası yeraltı suları da…
Gel de anlat sen bunu, 1958’de henüz 16 yaşında olan benim kafama!
Ne iyi etmiş de Musa Okay öğretmenimiz, 10 günlük bir deniz kampı düşünmüş bizim için. Ve ne iyi etmiş de okul müdürümüz Enis Türköz, uygun görüp onaylamış bu öneriyi.
35 mevcutlu sınıfımızda birçok arkadaşım da benim gibi ilk kez tanışacaktı denizle. Bu yüzden sevinç ve heyecanla beklemeye başladık; Antalya’ya, Konyaaltı Plajı’na gideceğimiz günü. ”Bir iki atlet, külot, gömlek almayı unutmayın. Bir de beden eğitimi derslerinde giydiğiniz şortları… Onsuz denize girmek de yok, dışarıda gezmek de…” diye uyarmıştı öğretmenimiz.
Evet, şort önemliydi. Başka şeyimiz olmazsa olurdu da şort yoksa eğer, yandı gülüm keten helva! Para yok ki, gidip bir şort ya da mayo alıversek Antalya’dan. Ve beklenen gün geldi işte! Okulun otobüsü, en çok yarım saatte alıp götürdü bizi kamp yerine. Oldukça geniş bir kumsaldı indiğimiz yer. Antalya’nın batısından başlayıp uzanıp gidiyordu Beydağları’na doğru. Ve önü masmavi deniz… Hemen yakınımızdan küçük bir çay akıyordu denize. Neden bilmem, Arapsuyu imiş adı. Ne işi varsa Arap’ın buralarda!
Yılın en sıcak günleriydi ama yine de tenhaydı plaj. Bizden başka kimse yoktu çevremizde. Tüm sahil boyunca otel de yoktu görünen, motel de… Turistik bir kent değildi; o yıllarda Antalya. Birkaç yıl önce yapılan nüfus sayımında yaklaşık 60 bindi kentin nüfusu. Yabancı olmadığı gibi yerli turist de yoktu. Antalya’nın yerlileri de yaylalara çıkardı bu mevsimde. Aynen benim gibi, henüz barışık değildi; halkımızın çoğu denizle. Bir kahve, bir balıkçı lokantasını bırakın, bir bakkal, bir büfe bile yoktu yakınlarda.
Kullanma suyumuzu yandaki çaydan alıyorduk da içme suyumuzu nereden karşılıyorduk? “Akarsu pislik tutmaz” anlayışıyla o da mı Arapsuyu’ndandı acaba? Düşünüyorum da şimdi, hiç de kolay bir iş değilmiş, 35 kişilik 10 günlük bir öğrenci kampını yönetmek. Nasıl cesaret edip de göze almış bunu, Musa Okay öğretmenimiz? Üstelik tek başına…
Gerçekten de böyle bir sorumluluğu almak, üstelik hiçbir mecburiyeti yokken gönül rızasıyla almak, her babayiğidin harcı olmasa gerek. En başta o bir köy çocuğu olmasaydı, bir Köy Enstitüsünde okuyup zorlu engelleri aşarak başarıya ulaşmanın doyumsuz mutluluğunu tatmasaydı, göze almaya cesaret edebilir miydi; böyle bir sorumluluğu?
Onu iyi bir insan, sevilen bir öğretmen, başarılı bir eğitimci yapan en önemli özelliği neydi, biliyor musunuz? Sevgi… Evet, sevgi… Mesleğini de seviyordu o, öğrencilerini de… Üstelik yapmacık bir sevgi değildi onunkisi. İçten mi içten… Candan yürekten… Hatalı da olsak, bizleri sabırla, anlayışla dinlerken bile eksik etmezdi; yüzünden gülümsemeyi.
Olduğumuz gibi kabul ediyordu o bizleri. Nasıl ki her birimizin boyu, kilosu farklı; saç, göz ve ten rengimiz farklı ise yeteneklerimizin de farklı olduğunun bilincindeydi. İş bilgisi derslerinde kimimiz ağaç işlerinde daha başarılıydık, kimimiz metal işlerinde… Kimi arkadaşlarım öyle güzel kitap ciltlerdi ki, bakmaya doyamazdık.
Ben mi? Benim öne çıkmış bir yeteneğim yoktu; iş bilgisi derslerinde. Dahası resim de de, beden eğitimde de… Ama biliyordum ki, en yetenekli arkadaşlarım kadar beni de severdi öğretmenimiz. Her öğrencisine olduğu gibi benden de esirgemedi hiç güler yüzünü, tatlı dilini.
Asıl branşı iş bilgisi dersiydi ama beden eğitimi dersimize de girmişti; iki yıl boyunca. Ve o, asıl branşı beden eğitimi olan öğretmenlerden de daha başarılıydı bence. Neden diyeceksiniz. Biliyorduk ki çünkü biz, seviyordu o bizim hepimizi. Söylediklerini anlamamış, gösterdiklerini yanlış anlamış olsak bile kızmadan bir daha anlatır, bir daha gösterirdi. Kızmaz, bağırmaz, bizi üzecek kötü bir söz çıkmazdı ağzından hiç.
Sevilmez mi böyle bir öğretmen? Koşa koşa, coşkuyla gidilmez mi dersine onun?
İşte bu tatlı mı tatlı öğretmenin gözetiminde ilk kez 10 gün deniz kıyısında yaşadık Antalya’da. Dolayısıyla birçok arkadaşım gibi yüzmeyi de o kampta Musa Okay öğretmenim sayesinde öğrendim ben. Birçok öğretmenim gibi onu da, önerisini onaylayıp bize bu olanağı sağlayan okul müdürümüz Enis Türköz’ü de sevgiyle, saygıyla anarım hep.