ne derlerse desinler
ünlü bilginler adına
kadının erkeğe ihtiyacı var
erkeğin de kadına…
H.E.
Yıl 1958… Aksu İlköğretmen Okulu… Mayıs sonu, haziran başlangıcı… Son sınıftaki âbilerimiz bitirme sınavlarıyla boğuşmakta. Başarılı olanlara diplomaları verilip öğretmen olarak atanacaklar köylere. Her yıl mayıs sonunda okul tatil olunca köylerimize dönerken, 5. sınıf öğrencileri olarak yaz çalışmalarına kalmıştık okulda. Tek şube ve 36 öğrenci… Oysa bizden sonraki sınıflar en az üç, dört şube idi. Mevcutları da 45 ve üzeri…
Biz niçin mi tek şubeydik? Çünkü bizim okula girdiğimiz 1953 yılında Köy Enstitüleri’nin 5 yıl olan öğrenim süresi 6 yıla çıkarılınca, derslik bulmakta zorlanmış okul. O nedenle çok az öğrenci alınmış o yıl. O da bize denk gelmiş işte! Kötü mü?
1957-1958 ders yılına girerken, daha önce anlattığım büyük bir piyango vurmuştu bizim sınıfa. Hem de öyle büyük bir piyangoydu ki bu! Gece gündüz yalvarsak tanrımıza, yine de kabul edilmeyecek bir piyango… O nedenle dua da etmemiştik hiç, âmin de dememiştik. Ne miydi o piyango?
Yeni ders yılının başlaması dolayısıyla okul meydanında yapılan törenden sonra sınıfımıza girdiğimizde ön sıralardan birinde oturan güzel mi güzel bir kız öğrenci görmeyelim mi? Şaşkınlık, sevinç ve merakla birbirimizin yüzüne baktık ama kimse bir şey bilmiyor ki! İlk dersimize giren öğretmenimiz gidermişti merakımızı. Kimya öğretmenimiz Selâhi Ertuğrul’un kızı imiş. Antalya Lisesi’nden naklen gelmiş. Bizimle okuyup öğretmen olacakmış o da. Adı da Şeyma…
Düşünün bir kez: Yaklaşık 700 erkek öğrencisi olan bir okulda tek bir kız olacak ve o da sizin sınıfınızda… Piyango denmez de ne denir buna? 35 diken içinde bir güldü Şeyma! Bir arkadaştan fazla sevdik hepimiz onu.
Ve o yaz ikinci bir piyango daha vurdu yine bizim sınıfa. Anlatacağım, anlatacağım elbet onu da:
Yaz çalışmamız dolayısıyla onarım, badana, boya… Beş yıldır diktiğimiz çam fidanlarını sulayıp çapalama… Portakal, limon, mandalina bahçelerini belleme derken yarılamıştık temmuzu. Ha bugün, ha yarın, “Artık köylerinize gidebilirsiniz. Tatil sizin de hakkınız” denmesini bekliyorduk ki, o da ne? İş bilgisi öğretmenimiz Musa Okay, “Gençler! Akşam yemeğinde sonra sınıfınızda toplanın. Sizinle bir konuyu görüşeceğim” demesin mi?
Hayda!.. Bu da nerden çıktı şimdi? İster misiniz, “Yeni bir iş daha var yapmamız gereken. O nedenle en az bir ay daha okulda kalacaksınız” desin.
Tamam iş yapmak, yorulmak güzel… Hele iş bitince çok mutlu oluyor da insan!.. Ama yaklaşık bir yıldır uzaktayım; köyümden, ailemden. Burnumda tütüyor artık annem, babam ve kardeşlerim. Kedimiz, keçilerimiz, ineğimiz, eşeğimiz… Komşularımız, hısım akrabalarımız… Bahçelerimiz, bağlarımız… Hele hele sıra sıra yemyeşil dağlarımız…
Akşam temeğinden sonra toplanıverdik hemen; kütüphaneye bitişik küçük dersliğimizde. Dışarısı sıcaktı ama güney ve batıdan güneş görmeyen dersliğimiz serin… Ve işte girdi kapıdan, sevgili Musa Öğretmenimiz. Hep birlikte ayakta karşılayıp saygımızı sunduk yine.
Geçen beş yıl içinde, birkaç yıl iş bilgisi derslerimize de girdi bu öğretmenimiz, beden eğitimi derslerimize de… Bu süre içinde bağırıp çağırdığına da tanık olmadık hiç, herhangi bir öğrenciye el kaldırdığına da… Azarlamayı bırakın, yüksek sesle bile konuşmazdı. Yüzünde ve gözlerinde ışıldayan sevgi, sesine de yansırdı çoğu zaman. O akşam da öyleydi: “Gençler! Sizi niçin topladım, biliyor musunuz?” diye başladı söze.
Kız arkadaşımız Şeyma hariç, 35 arkadaşımla birlikte gözümüzü kulağımızı dört açmış olarak tüm dikkatimiz öğretmende: “Önce hepinize teşekkür ederim. Ne gerekirse yaparak yaz çalışmasını başarıyla bitirmiş oldunuz bugün. Öğretmenlerinizin gözetiminde uyum içinde çalıştınız hep. Dalga geçmeye, kaytarmaya kalkmadı hiçbiriniz. Elinden geleni yaptı herkes. Tüm öğretmenleriniz gibi okul müdürümüz de çok memnun kaldı sizden. Ve benim önerim üzerine bir ödül vermek istedi size.” deyip birkaç saniye sustu.
Bir ödül mü? Bir sınıfın tüm öğrencilerine mi hem de? Şaka mı yapıyordu yoksa öğretmenimiz? O güne dek ne görmüş, ne de duymuştuk; böyle bir şeyi. Ne olabilirdi bu ödül? Nasıl bir şeydi ki? Arkadaşlarım ne düşündüler bilemem de, hiçbir şey gelmedi aklıma benim. Çıt çıkmıyordu sınıfta. Merak içindeydik hepimiz:
“Evet gençler, açıklıyorum ödülünüzü: Antalya’nın ünlü Konyaaltı Plajında 10 gün kamp yapacağız birlikte. Yani 10 gün boyunca deniz kıyısında kalacağız çadırlarımızda. Orada yiyip içeceğiz. Denize girip yüzeceğiz. Kumlarda oynayıp güneşleneceğiz. Ne dersiniz?”
Böyle güzel bir habere ne denir! Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim sevincimizi. Beş yıldır Antalya’nın 18 km yakınındaydım ama o güne dek denize girememiştim daha. Hep uzaktan el sallamıştım; o mavi gözlü sevgiliye. Çok istediğim halde merhaba deyip eline bile dokunamamıştım henüz. Hayalini kurup düşünü görmediğim ne büyük bir piyangoydu bu böyle!
Ne şanslı bir sınıfım vardı benim! Dua da etmedik, hiç kimseden bir şey de istemedik ama işte böyle iki büyük piyango vurdu o yıl bize.
Ne mutlu bana ki, sevgili Musa Okay öğretmenim ve onun önerisini kabul eden sevgili okul müdürümüz Enis Türköz sayesinde, gece gündüz demeden on gün boyunca o güzel sevgilinin elinden tutmuş; yüzünü, göğsünü okşamış ve doya doya öpmüştüm dudaklarından.