AĞANIN OĞLU GÖZEL
1956 yazında, önceki yıllar gibi bol bol dut pekmezi kaynattık yine. Genellikle kız kardeşim Ayfer evde kalıyor, annem ve kardeşim Yusuf’la gidiyorduk biz, Kütür adlı bahçemize.
Benim görevim ağaca çıkıp dut silkmekti. Annemle kardeşim, ben hangi dala çıkmışsam, çarşafı o dalın altına tutuyor; ben de başlıyorum tekmelemeye.
En üst mandaldaki duttan başlayıp sıra ile iniyorduk en alta doğru.
Bizim iki yüz metre kadar doğumuzda Emin Efendi’nin Kütür’ü vardı; bir o kadar ilerde de Menergeli Şirin Teyzemler’inbahçesi…
Üç kızı, bir oğlu vardı teyzemin. Onların bahçesi daha büyüktü. Ayrıca tarlaları da vardı çevresinde ekilip biçilen. “Ağanın oğlu” denirdi; teyzemin eşi Mehmet Enişte’ye.
Niçin mi “Ağa” denirmiş babasına?
Malı mülkü çevresindekilere göre daha fazlaymış da ondan… Ayrıca oldukça bonkörmüş ki, bu unvanı hak etmiş.
Az konuşan bir insandı eniştem ama konuşunca da lafı oturturdu gediğine. İlk bakışta kendini beğenmiş biri gibi görünse de hiç de öyle değildi aslında. Kendi yetiştirdiği tütünle sarıp hazırladığı sigarasını hiç eksik etmezdi dudağından.
Yazlık bir evleri vardı; bahçelerinin girişinde. Yılın yarısını köyde, yarısını burada yaşarlardı ailece. Yedi kardeşin en büyüğüydü teyzem. Ufak tefek görünürdü ama çalışkan mı çalışkan… Pire gibi… Duramazdı hiç yerinde. “Atom karınca” sözü bir tek ona yakışırdı; Gödene ve Menerge’de.
Eniştem ne kadar sertse, teyzem de o kadar yumuşak… Dört çocuk büyütmüştü, onca işin arasında. Kızmaz, bağırıp çağırmazdı hiçbirine. İlk çocuğu Şevkiye Abla, Perûze Ablam’la aynı yaşlardaydı. İkinci çocuğu yaşıtım olan Gözel’di. Teyzem oğlunun gerçek adı Güzel’di ama herkes gibi ben de “Gözel” diye çağırırdım onu. Zaten ailenin bir başka adı da “Adıgözeller” idi.
Son iki çocuğu Azime ve Ganime…
Genellikle bahçedeki yazlık evlerinin gölgeli avlusunda 20-25 keçileri, ağılda da 15-20 oğlakları olurdu. İlkokula gittiğim yıllarda yazları oğlakları Teyze oğlu Gözel, keçileri Şevkiye Abla güderdi.
Teyze oğlu, sabah otlatmaya götürdüğü oğlakları öğle sıcağı başlamadan saat 11.00 dolaylarında bizim bahçenin yanındaki Yarıkmiyar kaynak suyuna getirirdi. O güzelim yavrular, sabahtan bu yana su içmedikleri için, sevinçle zıplayıp oynayarak nasıl da koşarlardı suya bir görseniz!
Biz de “teyzoğluyla” buluşup bahçenin köşesinde, özlem giderirdik birkaç dakika.
Yaklaşık bir saat sonra da Şevkiye Abla gelirdi keçilerle. Onlar da koşarlardı suya meleyerek. Susuzluklarını giderince rahatlayıp evin yolunu tutarlardı.
Şevkiye Abla, bizim köyden bahçe komşuları Arzı’nın Hüseyin’le evlenince keçileri gütme görevi teyze oğlu Gözel’e, oğlakları gütme işi de kız kardeşi Azime’ye kaldı.
Öğleyin ben onlara gitmemişsem, “teyzoğlu” gelirdi bahçemize. Aynı yaşlarda olduğumuz için iyi anlaşırdık. Onun da bir huysuzluğu yoktu; benim de… Onca yıl birlikte olduk yazları, ne o beni kırdı, üzdü; ne de ben onu… Tartışmadık da hiç, kızıp darılmadık da bir birimize. Çeşitli oyunlar oynar, öğle sıcağında soyunup havuza girer, serinlerdik. Havuza, dereye, banyoya, hamama girip yıkanmaya “çimmek” derdik biz.
Fazla derin değildi havuzumuz. Boyumuz kadardı ancak. Eni boyu da 3-4 metre ya var, ya yok… Yüzme bilmememizin hiçbir sakıncası yoktu yani.
Bir üçüncü arkadaş olsa daha mı iyi olurdu bilmem ama yoktu.
Çoğu zaman ben de giderdim onlara, öğleye doğru. Teyzem, bahçesinden topladığı domates, patlıcan ve biberlerle beş-on dakika içinde bulgur aşı pişiriverirdi hemen. Herkes toplanınca beni de buyur ederlerdi sofralarına.
Yaz boyunca neredeyse her gün, zevkle kaşıklayıp en sık yediğimiz yemekti bu bizim. Hele hele yanında cacık da varsa!.. Yoğurdumuz da boldu evlerimizde, ayranımız ve hıyarımız da… Cacık niye olmasın ki?
Teyzemlerinki gibi bir evimiz yoktu bizim bahçemizde. Ama iki-üç kişinin oturup yatabileceği, yerden iki metre kadar yüksekte ahşap bir “köşk”ümüz vardı.
Kendi olanaklarıyla yapmıştı babam. Kalınca dört ağaç direk üzerinde kuş yuvası gibi görünürdü uzaktan.
Taş, tuğla, beton kullanılmadığı için, dışarıya göre çok serin olurdu. Bahçemizi kuşbakışı görürdük dört yanından. Yaz boyunca çoğu geceler burada yatardık; köye dönmek yerine.
Annemle babamın başka işleri nedeniyle gelemedikleri günlerde, geceleri de yalnız kalırdım bahçemizde. Küçük bir tencere, birkaç kalaylı bakır çanak, babamın el ürünü ağaç kaşıklar, biraz bulgur, tereyağı ve yufka ekmek de bulunurdu köşkümüzde.
Dışarıda ateş yakıp bulgur aşını kendim pişirir, su serperek yumuşattığım yufka ekmeğimle birlikte kaşıklayıp yerdim.
Mevsimine göre domatesten hıyara, erikten üzüme, armuttan nara varıncaya dek her türlü sebze ve meyve yediğim için acıktığımı fark etmezdim pek.
Akşamın sessizliği ve serinliğinde çok güzel olurdu da bahçemiz, ah şu sivrisinekler olmasa! Neyse onun da vardı bir çaresi… Gübre yakardım biraz. Onlar hiç mi hiç sevmezlerdi; yanık gübre kokusunu. Bundan ben de rahatsız olurdum biraz ama ne yapayım?
“Hoş geldiniz, sefa getirdiniz. Başımın üstündedir yeriniz“ deyip kanımı emmelerine izin vererek parfüm sıkacak değildim ya üzerlerine!