DÖNERSEM KAHPEYİM!
Aşarsın tüm engelleri
yenersin her güçlüğü sen
göklerden değil ama
candan yürekten istersen.
H.E.
“Aksu Köy Enstitüsü olmasaydı ne yapardın?” diye sorsanız, verecek hiçbir yanıtım yok. Yok gerçekten… “Bu olmazsa şu olur” gibi hiçbir düşünce geçmedi aklımdan çünkü.
Niçin mi geçmedi?
Geçemezdi ki!..
Dardı ufkum. Başka bir yol, sokak bilmiyor, görmüyordum. Onun için yoktu benim, ikinci bir seçeneğim.
Evinizin önündeki incir bahçesine bitişikti, köyün ilkokulu. O yüzden, tatil günleri dışında her gün, İhsan Özel öğretmendi; benim gördüğüm. Dimdik yürüyüşü, güzel giyinişi, kibar konuşması ile oydu benim kendisine hayran olduğum insan.
Köyümüzün çocuğu idi o da. Ve köylülerimizin genellikle “Karanlık Sokak” dediği “Aksu Köy Enstitüsü” idi, onu böyle farklı kılan…
Öyleyse?..
Öyleyse başka bir yol yoktu; İhsan Öğretmen gibi olabilmek için Aksu Köy Enstitüsü’ne gitmekten başka.
“Ya sınavı kazanamazsam?” gibi olumsuz bir düşünce geçmedi hiç aklımdan.
Oysa Akseki’de yazılı sınava girenlerin sayısı bile 100 öğrenciden fazlaydı. O zamanlar 52 köyü olduğuna göre Akseki’nin ve her köyden 2 çocuk girse bile sınava, 104 yapmaz mıydı?
Antalya ve Aksu’ya en uzak ilçelerden biri olan Akseki’den bile 100’den fazla öğrenci girdiyse sınava Serik, Manavgat, Alanya, Finike gibi yakın ilçelerden ve Antalya’nın merkez köylerinden, ayrıca Mersin il ve ilçelerinden girenlerin sayısı kaçtı, kim bilir?
Hayrettir, bunların hiçbiri ilgilendirmiyordu beni.
Girecektim o okula. Mecburdum. Başka çarem yoktu çünkü.
Haziran geçti, temmuz bitti; gelmedi hiçbir haber.
Güzel bir haber bekleyip gözleri yollarda olanların işleri ne zormuş meğer!
Ağustos da yarıya gelmek üzere iken:
“Hüseyin! İhsan Öğretmen seni çağırıyor.” demesin mi köyün bekçisi.
Koşarak gittim elbet, niçin çağırdığını bilmeden.
Yüzü gülüyordu öğretmenimin. Bize uzak olmayan evlerinin önünde, “Gel bakalım Erkan” deyip bir zarf çıkardı cebinden. Ve içinden, kitap harfleriyle yazılmış bir kâğıt…
“Bu kâğıtta ne yazıyor biliyor musun?”
“Hayır öğretmenim, bilmiyorum.”
“Ben söyleyeyim: Akseki’de girdiğin yazılı sınavı kazanmışsın. Önce tebrik ederim seni. Sana güveniyordum. Aferin! Yüzümü kara çıkarmadın benim. Ancak iş bitmedi. Yaklaşık bir ay sonra Aksu’da bir de sözlü sınav var. İnanıyorum ki, onu da başarıp okula girebileceksin sen. Haydi bakalım, bu ikinci sınav için de hazırlan. Sormak istediğin bir şey olursa, hiç çekinmeden gel.” demeyi de unutmadı; sevgili öğretmenim.
İyi de neye, nasıl çalışacaktım ki ben?
Türkçe ise okuyup yazıyor, okuduğumu anlayıp anlatıyordum. Daha ne?
Matematikse konu, çarpmayı çıkarmayı da biliyordum; toplayıp bölmeyi de… Orantıyı da biliyordum, bayağı kesri de…
Tarihse Malazgirt Zaferini de sorsalar anlatırdım; İstanbul’un Fethini, Tanzimatı, Meşrutiyeti, Cumhuriyeti de…
Coğrafyada da teklemezdim, tabiat bilgisinde de…
Başka ne sorarlardı acaba?
Köyümüzde Aksu’da okuyan dörtten beşinci sınıfa geçmiş bir ağabey vardı. Mevlüt Öztemel ile öğretmen Ârif Öztemel ve İstanbul’da olduğunu bildiğim Ahmet Âbi’nin kardeşi Tevfik Öztemel…
Yaz tatili olduğu için köydeydi. Ona gittim:
“Tevfik Âbi! Ben Aksu’nun yazılı sınavını kazanmışım. Eylül ayında sözlü sınava çağırıyorlar. Siz bilirsiniz. Daha çok ne sorarlar? Neye, nasıl çalışayım?” diye sordum.
“Sen, bizim eski okulun yanındaki Osman Erkan’ın oğlusun, değil mi?”
“Evet âbi.”
“Bak sana ne diyeceğim: Yazılı sınavı kazandığına göre, bildiğin sana yeter de artar bile. Boş ver ders kitaplarını şimdi. Kafanı hiç karıştırma onlarla. Sözlü sınavda sana bir parça okuturlar. Güzel okuyabiliyor musun, okuduğunu doğru anlayıp doğru anlatabiliyor musun, ona bakarlar.” deyip ayağa kalktı.
Konuşma bitti diye ben de kalktım elbette.
“Otur, otur. Sana bir kitap vereyim.” deyip odalardan birine girdi.
Elinde küçük bir kitapla geldi biraz sonra.
“Al, bunu oku. Yararlı olur. Acelesi yok ama okuduktan sonra yine bana getir, olur mu?”
“Tabi âbi, getiririm. Sağ olun!” deyip küçük boy kitabı alarak geldim eve.
Nâmık Kemal idi, kitabın adı.
O günlerden bu yana çok sevdiğim, bu şairle ilk kez böyle tanışmış oldum ben. İlkokulu yeni bitirmiş bir çocuk için şairimizin dili oldukça ağırdı ama şiirlerindeki o yiğit sesi çok sevmiştim. Merakla okudum kitabı. Yazdığı Vatan Yahut Silistre adlı eseri İstanbul Gedikpaşa Tiyatrosu’nda oynanınca seyircilerin çok beğenip çılgınca alkışlamaları, “Yaşa milletin Kemâl’i!” diye bağırarak sokaklarda gösteri yapmaları günün yöneticilerini korkutuvermiş.
Arkasından yasak getirilir hemen. Tiyatro kapatılır. Yetmez ama. Halkı coşturup memnun ettiğine göre bir ceza vermek gerekmez mi bu haddini bilmez yazara! Göstermelik bir mahkeme kuruluverir hemen. Ve karar: “Vatan ve milletin saadet ve selâmeti için, Kıbrıs’taki Magosa zindanında hapsine…”
“Vatan, millet, hürriyet, hak, hukuk, eşitlik, adalet” diyen eli kalem tutanları atacaksınız ki hapse, başkaları da yeltenmesin, bu tür bir edepsizliğe! Değil mi ya? Ama Nâmık Kemal korkup da “Padişahım çok yaşa” diye bağıracağına:
Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin;
Dönersem kahpeyim, millet yolunda bir azîmetten. demesin mi?
O günkü çocuk aklımla, yüksek yerden aldıkları emirle Nâmık Kemal’e ceza veren hâkimlerin zavallılığına ne kadar üzülmüşsem, aslan yürekli şairimizin eğilmeden dik duruşuna da o kadar sevinmiştim.
O günlerden bu yana hep sevdim bu şairi.
Sesini de, sözünü de, özünü de…
Beynini de, yüreğini de…
Ve hâlâ da seviyorum!