Edebi kaynaklara göz attığımızda “aile edebiyatı” kavramına bugüne kadar değinilmediğini görüyoruz. Sanırım böyle bir kavram edebi inceleme ve değerlendirmelerimiz arasına hiç girmemiştir. Son zamanlarda edebiyatımızın kadük bir hal aldığını, gittikçe edebiyat vadilerinde kuraklığın kendini hissettirdiğini, uçsuz bucaksız tarlalarının çoraklaştığını, hatta edebi hücrelerimizin kısırlaştığını, eli kalem tutanların pek velut olamadığını, üretilen eserlerin kopyadan, taklitten ibaret olduğu, üstelik bu taklidin de kötü bir şekilde yapıldığı yüksek sesle dillendirilmeye başlandı. Öyle ki cumhurbaşkanımız, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri töreninde; “Yanlış bir stratejinin tercih edildiğini, eğitim, kültür ve sanat alanında istenilen seviyeye ulaşılamadığını” üst perdeden tepki ve üzüntüsünü dile getirerek tartışmayı bir adım daha ileri taşıdı. Peki, eğitim, kültür, edebiyat ve sanatta neden hep yerinde sayıyoruz ya da geriye gidiyoruz hiç düşündük mü?
Ben, sadece edebiyatı ve edebiyat kültürümüz kısmını irdelemek istiyorum. Diğer alanları da işin ehillerine bırakalım, edebiyatın; eğitim, kültür ve sanat ile akrabalık bağını göz ardı etmeden.
Nasıl ki köklü bir medeniyet, ailelerin geçmişte kurduğu sağlam temeller üzerine inşa ediliyorsa, bir medeniyetin gelişip, muasır seviyeye ulaşması da edebiyat kültüründen ayrı düşünülemez. Bugün edebiyat alanında nitelikten uzak birçok eserin üretilme sebebini anlamak istiyorsak, edebiyatımızın köklerine inmemiz gerekir. Edebiyat tarihi hafızasını kaybetmeyen kalem ve kelâm sahibi her kişi, bilir ki bugün beslenme kaynağını reddettiğimiz köklerimiz aile edebiyatı meclislerinden beslenmekteydi.
Çağdaş edebiyatımızın temel taşları, aile edebiyatıyla şekilleniyordu. Orda şekillenip gelişen her söz, her mısra bir medeniyetin kolonlarına dönüşüyordu. Peki, aile edebiyatı içerisinde ne tür edebi ürünler vücut buluyordu? Günümüzde aile edebiyatı ne durumda ve beraberinde hangi sonuçları getirdi?
Aile edebiyatının durakları; masal, halk hikâyeleri, mektup, ağıt, mani, fıkra ve ninnilerdi. Masal erken gelen uzun kış gecelerinin vazgeçilmez sözlü nesir türüydü. Ailenin biraz daha kalabalıklaştığı, içine ikinci, üçüncü dereceden akraba ve komşuların da dahil olduğu toplantılarda ise masal, mektup ve ninnilerin yerini halk hikayeleri ve atışmalar alıyordu. Masal, mektup, ağıt ve ninniler; hikâye ve atışmalarla birlikte edebiyat kültür mirasımızın bir geleneğiydi ve bu gelenek günümüz edebiyatının temel taşlarını oluşturdu.
Meddahların anlattığı bu hikâyelerde devler, cüceler, cadılar, periler yoktu. Hikâyeler doğaüstü, tanrısal kahramanlardan ve batılın uyduruk rivayetlerinden arındırılmıştı. Bu hikâyeler; insan gücü ve gerçekler, tarihi olaylar, tarihte önemli kişilerin rivayetleri ile birer halk hikâyeleriydi. Âşıkların atışmaları da halkın kültürünü ve değerlerini yansıtan şiirlerden oluşuyordu. Akraba ve komşularla daha da kalabalıklaşan aile meclisini meddahlar ve âşıklar neşelendirirdi. Toplanan aile meclisini eğlendirmek için hikâyeler anlatılır, âşıklar atışırdı. Evin diğer odasında maniler söyleyen genç kızlar vardı. Her iki odada da etkinlikler çoğu zaman birer fıkra ile süslenirdi.
Bir toplumu yok etmenin, edebi kökleriyle bağını koparmaktan geçtiğini iyi biliyorlardı. Edebiyat demek; lisan demektir. Bir insanın lisanını pıtrak hale getirmek hayat bulduğu medeniyetin damarlarını kesmektir. Bundan daha iyi bir yol olamazdı. Bize dediler ki asırlar değil, siz en az bir çağ geriden yaşıyorsunuz, çağdışılık size yakışmaz. Ne işi var konu komşunun, uzak akrabanın evlerinizde? Hem nasıl güvenirsiniz yabancı insanlara? Biz de çağdaşlaşma adına inandık. Konu komşuyu, akrabayı aile meclisinden uzak tuttuk. Aile meclisinin küçülmesiyle meddahlık ve âşıklık geleneğimiz yok olmaya yüz tutmuş, aile edebiyatımız yara almıştı. Yok olan sadece edebiyatımızın bu iki alanı değildi. Bununla birlikte akrabalık ve komşuluk geleneğimiz de yara almıştı. Akrabamızı tanıyamaz komşumuz ile selamlaşmaz hale geldik. Aradaki dayanışma ve tanışıklık yok oldu. Geniş aileler dağıldı, komşu komşuya uğramaz oldu. Öyle ki sevinçlerini paylaşarak çoğaltan, hüzünlerini bölüşerek azaltan bu kadim geleneğin güzel insanları; birbirlerinin dertleriyle artık hemhal olmuyor, birlikte yaktıkları ağıtları unutur oldular. Namluya sürülmüştü duvar duvara bitişik komşularımız.
Dahası vardı. Bir kere aile edebiyatı ve buna bağlı olarak aile yara almıştı, devamı gelecekti. Masallarımız vardı; anlatıldığı toplumlarda kötülükle, adaletsizlikle mücadele direncini kuşaktan kuşağa taşıma işlevini görüyordu. Halklar ağalarına ve zalim yöneticilerine, kendilerine anlatılan masallardan cesaretle karşı bir duruş alıyorlardı.
Masallarımız vardı; kötü cadıların uğrayamadığı, sihir ve kötünün kaybetmeye mahkûm olduğu, toplumsal değerleri barındıran, çalışkanlığın, kardeşliğin, adaletin teşvik edildiği kimsenin hakkının kimsede kalmadığı ders çıkarıcı, öğüt veren hikmetli masallar… Bilinir ki masal tarihimiz söz kadar eskidir. Söz de insanlık kadar… İnsanlık ise doğuda güneşe gülümsedi…
Fakat doğu halklarının, hayat masalının mutlu sonla bitmesini istemeyen kötü adamlar tank ve topla masal dünyamızın göğünü kirlettiler. Kahramanın kılıcını, yiğidin yumruğunu, edibin sözünü etkisizleştirdiler. Her geçen gün bizi biraz daha kendilerine benzettiler. Onlara benzemek yani ailelerin batılılaşması ise ninelerin, dedelerin unutulup huzur evlerine gönderilmesini hızlandırdı. Böylelikle soğuk kış gecelerinde bize sıcak masallar anlatan dede ve ninelerimizi huzurevi denilen bir hapse kendi ellerimizle göndermemizi sağladılar. Yara alan aile edebiyatı hızla kan kaybetti. Bizim çocuklarımızın, yani sizlerin ne yazık ki; masallarımızı anlatan nineleri ve dedeleri yok artık. Hikmetli olan dururken sihirli ve zehirli olanı size öğrettik. Suçluyuz.
Bu da yetmedi henüz ağzı süt kokan çocuklarımızı küçük yaşta eğitim deyip temelsiz argümanları öne sürerek evden uzaklaştırdık. Anaokulları açıp anne ile çocuğu birbirinden ayırdık. Bununla da yetinmeyip eğitim daha küçük yaşlarda başlamalı diye memedeki çocuğu kreşlere gönderdik. Ailede çocuk olmayınca aile eğitimi denilen olgu da gereksizdi. Evet, çocuk eğitimi küçük yaşlarda değil doğar doğmaz başlamalıydı şüphesiz. Ama bu ithal eğitimle çocuklarımızı evin dışına iterek değil, evde aile eğitimi daha çok işlevsel hale getirerek mümkün olabilirdi. Maalesef böyle olmadı. Gün geçtikçe hasta ruhlu bireyler çoğaldı. Hem anne mutsuz hem çocuk… Çocuk yuvalarında eğitim kılıfı adı altında aile eğitimi ile birlikte ninnileri de hayatımızdan çıkardılar. Evde çocuk olmayınca genç annelerin şefkat dolu sesinden gönüllere işleyen ninnilerimiz de unutulacaktı. Nitekim öyle de oldu. Böylelikle sadece aile edebiyatı yok olmadı, aile içindeki sevgi ve şefkat da son buldu.
Bir de mektuplarımız vardı. ‘Anlarsa beni uzağım yakınım, anlamazsa yakınım uzağım’dır hissiyatıyla bir aile etkinliği içinde yazılıp okunan mektuplar. Aile edebiyatında o uzakları yakın eden mektuplarımız yok artık. Fikrî ve kalbî edebiyata bulaşan belli başlı aile edebiyatçıları komşuların asker mektuplarını, sıladan gurbete gidecek mektupları ölçülü uyaklı yazıyor, gurbetten sılaya gelen cevaplarını duygulu bir tonla okuyarak dinleyenleri ağlatıyordu.
Şimdi öyle mi? Biz bile kendimize uzaklaştık, yabancılaştık, kalabalıklar büyüdükçe yalnızlaştık. Üşengeç bir nesle dönüştük… Özellikle gençlerimiz gerek yazı, gerek konuşma dilinde; slm, sa, as, aslm, mrb, kib, ia, nbr, by, dgko, kmo gibi anlamsız kısaltmaları sık sık kullanır hale geldiler.
Oysa hemen hemen her gece bu şekilde devam eden etkinlikler o küçük pencereli evleri bir edebiyat evine dönüştürüyordu. Dünyaya gözlerini açan çocuk aynı zamanda edebiyata da açmış oluyordu. Yazık! Aile edebiyatı yok olunca edebi geçmişimiz ile çağdaş edebiyatımız arasındaki köprüler ayaksız kaldı.
Ülke olarak kültür-sanat alanında gelişemediğimizden yakınıyor, bağımsızlığımızın kültür sanat gelişimimizle ilişkili olduğunu yeteri kadar idrak edemediğimizi her birimiz bir diğer kültürel ve sanatsal etnisiteye bağlayarak yeni değerler yetiştiremediğimiz gibi kendini bir şekilde yetiştiren değerlerimizi de bir kibir ve ekâbir içinde geçmişimize saplanıp her fırsatta bizi anlamadıklarından yakınarak onları anlama gibi bir çaba konusunda kat etmemiz gereken çok mesafe olduğundan bihaber olarak fildişi kuleden bakıp kendimizi cam bir fanusun içine hapsettik.
Bu durum dil şuurunu yok etti. Aile edebiyatıyla yoğrulup düşünen zihinlerin yerini mülahaza edemeyen türeme anlayışlar aldı. Böylece düşünce ve edebiyat hafızamız verimsizleşti.
Evet, evlerimiz büyüdü ama içlerindeki aileler küçüldü, uzağı yakın ettik ama şimdi yakın çok uzaklarda. Komşularımızla hukukumuz sadece kapıcı ücreti ve aidatlara endeksli. Beni büyütüp bizleri dağıttılar.
Şiir gibi sohbetlerdi oysa. Her birey meclisteki diğer kişilerle kafiye kadar uyumlu her söyledikleri hece kadar ölçülüydü. Anlattıkları alıp götürürdü bizi yaşanılası başka diyarlara. Hayallerimizde kavuşurduk buram buram sevgi kokan dağlarının en kuytu yerlerinde birlikte yaşama sevincinin açtığı bahçelerde. Gönüller bir bal arısı gibi konuyordu güzel olan değerlerimize. O değerler arasında bin bir çabayla, bin bir emekle bulup örüyorduk petek petek aşkı gönül kovanlarımıza. Tadanlar, aşk-ı edebiyatın tadına varıyorlardı. Edebiyat tarihine iz bırakan edebiyatçılarımızın çocukluğuna bakın muhakkak bu kovandan tatmış olduklarını göreceksiniz. Sırtlarında hayatın yükü, gönül heybeleri umut, kardeşlik ve bütün insani yani İslami değerler ile doluydu. Sözleri mertti, sevgileri şefkat yumuşaklığında kimseye eyvallahları yoktu.
Sadece edebiyat ve bununla ilişkili olarak eğitim, kültür ve sanatta değil her alanda hayatımızdan çıkardıklarımızı ve hayatımıza ekleyemediklerimizi görmezlikten gelir sonra da istenilen seviyeye ulaşamıyoruz deyip birbirimizi suçlamak havanda su dövmek gibidir. Ne zaman ki edebiyatı tekrar aile içine geri getirdik, konu komşu, uzak, yakın akraba demeden gönlü ve zihni aydınlığa susamış insanlarımızdan geniş aile meclisleri oluşturarak aile edebiyatının yara almış yanını onarabilirsek ve aile meclislerine katılan çocuklarımızın kalplerini ve zihinlerini birer atölyeye dönüştürebilirsek işte o zaman bu alanda sıçrama yapabiliriz. Söylediklerimiz değil yaptıklarımız bizi bir yere götürür.