Evimizin ya da apartman dairemizin kapısından adımımızı atar atmaz bir maskeli balonun içine düşmez miyiz? Yanımızda her daim bir maske koleksiyonu ile dolaşıp, yerine ve durumuna göre içlerinden birini çıkarıp yüzümüze geçirmez miyiz?
Evden sinirli çıktın ve fakat karşı komşun senden selam bekler, hadi bakalım ‘şirin komşu maskesi’ni çıkar ve bol gülücüklü bir selam ver. O gün işe gitmek istemiyorsun, kimsenin yüzüne bakacak mecalin yok, ona laf anlat buna söz yetiştir derken yorgunsun ama o sabah işyerinin kapısından her zamanki gibi zeki, çevik ve işgüzar bir adam olarak ‘presentable ve rantable eleman maskesi’ni takıp girmek zorundasın… Günlük hayatın bu kendine özgü trajik komedyası, palyaçonun gözyaşları, kendimiz gibi olamamanın sancısı, hep başkasını oynamanın bunaltısı, herkese bir şeyler ispat etmeye çalışmanın ezinci, şarkıda ne de güzel dile gelir: “Tak etti canıma bu maskeli balo…”
İşte bu, kişiyi yavaş yavaş çıldırtan, kendine ve çevresine yabancılaştıran, en mühimi de maskelerin zamanla yüzün kendisi haline gelmesiyle kişinin kendi başına iken bile kendisi olamamasının doğurduğu sonuçların en asgariye indiği bir yer varsa orası, perdeleri çekilmiş bir evin, cıvıltılara karışmış bir insan sıcaklığının bulunduğu yerdir, ailedir… Kendimizle baş başa, hiçbir yapmacık davranışa mecbur olmadan, nasılsak öyle olabildiğimiz tek yer ailedir. ‘Ailede nezaket yoktur’ sözünü ben ailede yapmacıklık en asgari düzeydedir şeklinde tefsir ediyorum. Bu, daha çok kendin olarak, daima kendini bırakmak ve kasılmaktan nefret etmek istidadında olan ruhlara, serinletici rüzgarı estiren, aile kurumunun faziletidir.
Pek çok ruhu serinleten ailenin kendine özgü fıtri ve cıvıltılı rüzgarı, kimi ruhlara azap verir, ailenin kendine has mutluluğu kıskançlıkla karışık olarak lanetlenir. Gide, bu yüzden, “Aile bencilliğinin iğrençliği, bireysel bencilliğin iğrençliğinden daha eksik değildir.’ demiyor muydu? Aynı Gide, akşam alacasında bir bir yanan sokak lambalarını, bir bir kapanan perdeleri seyredip, o kapanan perdelerin arkasındaki ‘bencil mutlulukları’ kıskandığını, o perdelerin arkasında neler olup bittiğini bilmek için her şeyini feda etmeye hazır olduğunu haykırmıyor muydu? Zavallı adam; bir aile ocağından uzakta üşüyen ruh…
Aileye dair hep tozpembe tablolar mı çizeceğiz (ki bir müddet sonra pembesi gidip tozu kalacaktır), aileyi yüceltip yüceltip realitenin bağlarından koparak ideal bir aile tablosunun ufuklarında mı dolaşacağız? Pollyanna gibi ayaklarımızı havada birbirine vurup, ‘Yaşasııın, hediye paketimden oyuncak bebek yerine iki adet koltuk değneği çıktı, ama yine de mutlu olabilirim…” mi diyeceğiz? Hayır, asla…
Bilmek lazımdır ki aile, ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur. Herkesin birbirine diş gösterip hırladığı, gücü yetenin ötekine yüklendiği, her kafadan bir ses çıkıp kimsenin kimseyi dinlemediği, bitip tükenmez istekler ve nihayetsiz ihtiyaçlar içinde tilki girmiş kümese dönmüş bir aileye, kalkıp da huzur bulduğumuz, kendimiz olduğumuz bir cennet diyebilir misiniz? İşte günümüzde kaotik modern ailenin (buna kabak çekirdeği ailesi, ayçekirdeği ailesi, atom karınca ailesi, yer fıstığı ailesi filan gibi isimler takıyor sosyolog ağabeyler ama kimin umurunda) hal-i pür melali budur.
Sözün burasında müsaadenizle, bir cennet ve bir de cehenneme ait olmak üzere iki tabloyu tasvir edelim: Ailece bir akşam, herkes evde… Baba, bir koltukta elinde iktidar aleti kumanda ile zapping yapar ya da emzik gibi elinden düşürmediği gazetesini okur (veya uyuklar). Anne örgüsünü örer ya da telefonda kek tarifi alır. Büyük kız, ertesi gün giyeceği kıyafetleri düşünmekte ve bütün gardrop ağzına-burnuna kadar dolu olmasına rağmen yine de içinden “hiç kıyafetim yok ki!…” diye feryad etmektedir. Oğullardan biri yeni aldığı hayal-kurgu romana dalmış, diğeri yeni aldığı oyuncağı sökmekte ve birleştirirken her defasında bir iki parçanın fazla konulmuş olduğunu fark etmektedir. Babanın susması anneyi üzer, ‘Bizim adam dışarıda bülbül gibi evde dut yutmuş bülbül gibi, maşşallah’ diye söylenir. Kızla oğlanın didişmeleri babayı sinirlendirir. İlginç olan şu ki duygularını kimse saklamaz ve perdelemez. Hatırlayalım, ‘Ailede nezaket yoktur’. Yine Andre Maurois’ın dediği gibi, “Orada surat asılabilir, sorulan sorulara cevap verilmeyebilir ya da izahsız bir sevinç gösterilebilir. Bütün aile fertleri mümkün olduğunca birbirlerini olduğu gibi kabul etmek gerektiğini düşünürler:”
Çizilen tablo tozpembe bir mutluluk tablosu değil ama yine de herkes orada kendisi olmanın hürriyetini, ait olmanın güvenini bulur. Peki ya düşünür Alain’in tasvir ettiği şu cehennem tablosuna ne diyeceksiniz: “Biri çiçeklerin kokusundan rahatsız olur, öbürü seslerin patırtısından. Biri akşam susulmasında ısrar eder, diğeri sabahleyin susulmasını ister. Biri dine dokunulsun istemez, öbürü siyasetten bahsedilince dişlerini sıkar. Her biri diğerine karşı bir red hakkı olduğuna inanır ve herkes bu hakkı ihtişamla kullanır.” Bozuk sesler orkestrasında herkes şef olmak ister, sınırsız özgürlük herkesi sınırlar, fedakarlığın yerini hak arayışı alır ve ‘cennet’in çivisi çıkar…
Sahi sizin aileniz hangisi: Cennet mi, cehennem mi?
Yusuf Ağabey,
Sizi ve Hanımefendi eşinizi burada görmek hakikaten güzel.
Fânî Hürmetler!