Gün/aydın dostlarım…
Yaşamak sevmektir diyorsan… Yaşama sevincini yitirme…
Kollarını aç… ________________ Benim adım SABAH… Sevgiye başlangıcım ben…
AH ŞU ÖMRÜMÜZ
“Bir varmış, bir yokmuş” diye başlar aslında şu kısacık ömrümüz…
İçine neleri sığdırdığımızı fark edemediğimiz, uğruna upuzun acılar çektiğimiz şu kısacık ömrümüz…
Seyrederken yansımalarımızı gerçeklerde, gerçek nedir bilmediğimiz şu kısacık ömrümüz…
Dahasın da ise, dalgalandıkça daha da şiddetlenen hayat oyunlarıyla buluruz kendimizi…
Yıllarını zaman makasıyla kestiğin, kırpık kırpık anılarda gözyaşları döktüğün, başlarken bitsin, biterken başlasın diye uğraş verdiğin şu kısacık ömrümüzde doya doya sevmeye de yer vermiş hayat, her ne kadar kendini hissettirmese de…
Sevmeyi bilmiyorsan şayet neye yarar şu güneşin doğması ve batması sana. Bil ki sevgi yoksa yüreğinde batıpta doğmayan güneş gibisindir…
Unutma!.. Güneş yalnız bir sanatçıdır… Her gece onun son gecesi gibidir. Ama hiçbir şey onu yenemez. Şafakla beraber dünya sahnesinde yeniden yer alır, gününü, saatini şaşırmadan…
Çünkü Rabbim insanları sevdiği için yaratmış ve onlar sevsin diye onlara her nimeti vermiş.
Ve bir gün gelir seni sevdiği için yanına alır… Ve sen başka bir dünyada doğarsın, Güneş ise bu fani dünyaya doğmaya devam eder…
İster kıymetin bilinsin, ister bilinmesin. Senin yüreğin güzelse, sen her yerde güzelsin.
Görürüz ya da göremeyiz… “Elbet bir gün dünya, çocukların göz bebekleri gibi ‘Güzel’ olacak…”
Dedim ya senin yüreğin güzel ve sevmeyi biliyorsa eğer bir hiçsin… Hiçlik Makamına varmışsındır…
Zaten “…Seni hiçbir şey değilken yarattım!” demez mi kutsal kitap…
Ben dünya insanının açtığı elden çok açamadığı gönle yanarım!.. Sevaplarımızdan gelen günahlarımızı Allah affetmiş, affetmeyen kula yanarım.
Bedenimden ayrılan ruhumun yazdığı yazıyı düşünmüyorsanız, beni gördüğünüz gibi düşünüyorsunuz demektir…
Her yeni sabah önümüze uzatılmış beyaz bir kâğıt aslında. Her yeni gün âleme yazdığımız yeni bir mektup… Her yeni an, işittiğimiz yeni bir kelime aynı zamanda… Her görmezden geldiğimiz şey içimizde çözülmemiş bir düğüm…
Her anlattığı şey, dilinden döküldüğü anda eskiyor, başkalaşıyor, sanki hiç anlatılmamışçasına sırlanıyor, hiç çözülmemişçesine düğümleniyordu yeniden. Her şey bir cevabın durmadan kendini yeniden bilmeceleştirmesi gibi yaşanıyor şu hayat.
Unutmayınız ki ömür bir masal gibidir, ne kadar uzun olduğu değil, ne kadar güzel yaşandığı önemlidir.
Her seven isimsiz bir kahramandır ve insan, sevebildiği kadar insandır!..
Hayat kısa dünyanın çilesi bitmez, yılları acılarla doldurmayalım lütfen…
Her yokuşun bir inişi, her inişin bir düzü vardır, o düzde bahar vardır.
Tavşan İle Kaplumbağanın hikâyesini hepiniz bilirsiniz çocukluğunuzdan…
Kaplumbağa yürüyüşünüzde olsa elbet o bahar çiçekleri papatyaların açtığı düz ovaya geleceksiniz, yeter ki içinizde sevgi ve insanca yaşamak için mücadele azmi olsun.
Bırakın tavşanlar sizden önce varacağını sansın hedefe. Siz yavaş adımlarla hayatın keyfini çıkararak varın hedefe… Hızlı koşan çabuk yorulur ve bir yerde oturur nefes nefese. Siz emin adımlarla varın hedefe…
Hayatı doya doya keyifle yaşamak istiyorsan gülüp geçeceksin. Gülüşün dostuna mutluluk, düşmanına eziyet olacak.
Dilinde neşeli şarkılar, elinde rengârenk çiçekler, dans eder gibi hayatla, mutluluğun resmini çizeceksin.
İnsanlar vardır… Gelip geçerler şu kısacık hayatlarımızdan… Kimi depremlerle gider, kimi fırtınalarla…
Ben kalanlardan yanayım… Gitmeyenlerin sadakatini ve sabrını severim,
‘Ben dünya insanının açtığı elden çok, açamadığı gönle yanarım! Sevaplarımızdan gelen günahlarımızı Allah affetmiş, affetmeyen kula yanarım.’
Bedenimden ayrılan ruhumun yazdığı yazıyı düşünmüyorsanız, beni gördüğünüz gibi düşünüyorsunuz demektir…
Bazen öyle uzun gelir ki hayat, istenilen bir ömür sürülmemiş ise. Cehennem azabı çekmiş gibi olur insan, ızdırabın derinliklerine indikçe… Sonsuz bir koşturmaca, fırtınalı bir liman belki de…
Büyümek için koşar adım gidersin, büyüdüğümüzde “Nerede gençliğim?” dersin, saçlara bakıp, düşen akları seyredersin, başa dönmeye çalışırsın bu kısacık öyküde…
Kısacası; dalgalanırsın her zaman ki gibi kendi öykünde, hiçbir şeyi farkına varmadan…
Sonrasında 70 yaşını geçmiş bulursun kendini, geriye bakıp “vay be, nerde çocukluk yıllarım, lise hayatım, üniversite, çalışma hayatım, vs.vs.” dersin ve düşersin dünyanın karanlık derinliklerine…
Derin derin bir soluk al ve sonrasında düşün ey yaratılmış…
Ölmek… Nedir ölmek?..
Yok olmak değil, uzaklarda bir yerlere göç etmek… Adresi olmayan, Çıkmaz sokaklardan uzak sonsuz bir arazi belki… Sorumluluklardan ve sorunlardan uzak, sonsuz bir mutluluk ya da sonsuz azap… Yaşamaktan uzak bir hayattır ölmek… Belki sevdiklerine, çok sevdiklerine veda etmek… Geride kalanlara sabır dilemek, kendi için tutulan dileklerden habersizce… Ve en nihayetinde “bir varmış, bir yokmuş” denen öykünün sonuna gelmişsin… Gözlerini açtığın gibi kapamışsın…
Birde bakmışsın ki;
Dünyanın tiyatro sahnesinde bedeni rolün bitmiş, yeni ve aslolan rolün için bulursun ruhunu MAHŞER sahnesinde…
“Gökyüzü denizle savaştı / Bulutlar toprağa karıştı/ Uzaklardan gelen gizemli toz/ Yüreklerde yankılarla ağlaştı.
Her mevsim rüzgâr kendi yönünde eser/ Yaşken ağaç ne üzer ne de küser/ Sabrın zamana olan selamı
Hepsi birbirinden güzel/ Yalnız bu gece yazdıklarım/ Sadece beni üzer…”
Allah’ım sen çok büyüksün, dilin hükmüsün. Kul bilmez ama SEN düşünen aklın hükmüsün…
Kalemimin gölgesi ne zaman kâğıda yaklaşsa yazacaklarım hep kayboluyor. Bir çelişkiye düşüyorum; karanlık ve yıldızlar arasında zaman mum ışığına sığınıyorum olmayışınla.
Gerçekten çok yorgunum beklemekten. Söyleyemediklerim ve hayallerim o kadar çığırından çıktılar ki…
Bilmiyorum. En çokta bu acıtıyor canımı. Gözyaşlarım hasret yangınımı söndürmüyor. Ne yapmam konusunda çelişkideyim; korkular ve olmayışlarının sancısında.
Güzel şeyler yazmak istiyorum; ama nasıl bir köre mavi rengi anlatamazsan ben de bazen öyle yazamam.
Azrail erinmeden üşenmeden senin canını almaya gelecek bir gün, gün vakit dolduğunda.
Düşün bir kere durda bu kadar hızlı koşmak arasında, şöyle derin bir nefes al hayattan ve ben ne değerliymişim de insanlar beni saymazken, en büyük dört melekten biri benim için gelir diye düşün… Düşündün mü bunu hiç.
Azrail gelecek bir gün, senin için gelecek, hayatta hiç üşümediğin kadar seni üşütmeye gelecek. Onu gördüğün anda yüzü gülenlerden olmak zor olacak belki, korkmayanlardan olmak.
Düşün… o an arkanda bıraktıklarını, sana bir Fatiha okuyacakları… düşün… az daha yaşasaydım dileğiyle vakit kaybetmeyi geç, bir Kelime-i Şehadet getirmek aklına gelirse eğer, onu aklına getirene son anında şükretmeyi düşün…
Ruhunu teslim et hadi;
Bir rüyadan uyanmış gibi ruhun teslim alınacak, sen bunu ancak mezara girdiğinde fark edeceksin ama. Kendi tabutunun yanında kabire kadar yürüyeceksin.
Biliyor musun? Hayatta en çok sevdiklerinin ve bir Fatiha bekleyeceğin insanların, o karanlık kabirde seni yalnız bırakmak için birbiriyle yarışırcasına üzerine toprak atmaları… Belki seni üzen son şey olacak hayatta. Korkunun belki en büyüğünü yaşayacağın, karanlık odan da kıyamete kadar seni yalnız bırakacaklar… YAPTIKLARIN ve YAPAMADIKLARINLA…
Mezar sizi sevgiyle kabul eder. Kendinizi ölüme teslim edin. Size ödünç verileni iade edin. Zevklerimizden, acılarınızdan vazgeçin. Dostlarınızdan, sevgililerinizden vazgeçin. Ailenizden, geçmişinizden vazgeçin. Nefret ettiğinizden, arzu ettiğinizden feragat edin.
Hiçliği bileceksiniz, ki o tek gerçekliktir. Korkma. Emaneti vermek çok kolaydır. Yalnız değilsin. Bir mezarın var. O senin ilk annendir. Mezar yeniden doğuşuna açılan kapıdır. Şimdi bir zamanlar ”vücudum” dediğin sadık hayvandan feragat et. Tutmaya çalışma. Unutma o ödünç verilmişti. Bacaklarından vazgeç, cinsiyetinden vazgeç, saçından, kanından, organlarından, kemiklerinden. Artık sahip olmak isteme onlara. Sahip olma en büyük acıdır. Aslına dön…
Toprak cesedinin üzerine dökülür. Seni sevgiyle örtmeye gelir, çünkü o senin gerçek etindir. Şimdi sen, en gerçek özlerini almaya açık boş bir kalpsin. Evrenin ta kendisi, Tanrının işi olan senin kendi kusursuzluğun, yeni vücudun… Yeniden doğacaksın, gerçek olacaksın, kendi baban, kendi annen olacaksın, kendi çocuğun, kendi kusursuzluğun. Gözlerini aç. Sen topraksın, sen yeşilsin, sen mavisin, sen alevsin, sen aslolansın. Doğumuna geri dönensin… Seni özleyenlere gidensin…
“Bir şiir gibi yaşayamadım, şair gibi ölmek isterim, elimde kalemim, aklımda yazamadığım mısralar, tanıyamadığım dostlarım, kalbimde yaşayamadığım sevdaların sızısı.
Ruhum bedenden ayrılırken, ölümün nasıl bir duygu olduğunu bile yazmak isterim…” demiş şairin birisi, iyide etmiş doğrusu. Şairlerin dili olmuş…
Sevmek dünyadaki en büyük güzelliktir. Hayat sevince güzel ve diyelim ki her bir cümleye; bu ülkenin sahipleri yalnızca bu ülkeyi karşılıksız seve bilenlerdir…
Hepimiz için güzelliğin adının gerçekten daima ‘güzellik’ kalacağı ve daima gerçek rollerimiz için sahnede yer alabileceğimiz ömürler diliyorum…
Mutlu, sağlıklı bir gününüz daha olsun yaşamınızda, gönül soframdan gönül sofranıza muhabbet dolsun…
Her günün bitiminde bir şeyler öğrenebiliyorsanız, ömrünüz size vazgeçilmez dostlar kazandırıyorsa. Sabaha daha bir gülerek açabiliyorsanız gözlerinizi… Büyüdüğünüze üzülmeyiniz. Bırakın günler sizde iz bıraksın, bırakın çizgileriniz ve aklarınız artsın, yeter ki yarınınız dünü aratmasın dostlar… Yarın ne olacağımın kaygılarından uzak yarınlara ne katabilirimi düşünerek yarınlara emek sarf ederek güzel bir dünya yaratmak dileğiyle… Birlikten güç değil güzellik, sevgi, dürüstlük, dostluk ve yalansız, riyasız insanlık doğsun dostlarım…
Ve şairin şu sözlerine kulak verin;
“Senden bir tane daha yok bu dünyada. Gülümsemeyi, sevmeyi, sevginizi vermeyi unutmayınız…”
Sevgiyle, sevdiklerinizle tüm kirlenmişliklerden uzak sevelim, sevilelim, şu üç günlük dünyada, hayat sevince daha güzel ve diyelim ki her bir cümleye; atalarımızdan emanet aldığımız bu Vatanın sahipleri yalnızca bu Vatanı karşılıksız seve bilenlerdir… Gönül soframdan gönül sofranıza muhabbet olsun… Sağlık ve huzur ile hoş kalın, hoşça kalın, sevgiyle hep dostça kalın, bir gün, bir yerlerde, görüşmek ümidiyle…
#öskurşun#