Lise yıllarındayım. Anarşinin okulları esir aldığı, sınıflarında bile öğrencilerde silahların olduğu, okul çıkışlarında belli bir grubun elinde tuttuğu öğrencilerle bağıra bağıra yüründüğü ve birden patlayan olaylarla herkesin polisten çil yavrusu gibi dağıldığı yıllardı… O yıllarda Ankara Cebeci’de Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin tam karşısında Doğan Yayınevi’miz vardı. Yani 70’li yıllardan bahsediyorum. Hâl böyle olunca hem okuyoruz hem de dükkânımızda çalışıyoruz modundayım. Ticaret adamı olacağız ya, rahmetli babam bana en uygun okulu bulmuştu. Yüce Atatürk’ün yattığı Anıtkabir’e yakın Anıttepe’deki Ticaret Lisesi’ne yazılmıştım. Derslerimiz arasında İktisat, Mali Cebir hatta Mal Bilgisi vardı. Şaşırdınız değil mi? Mal Bilgisi. Öyle ders mi olur demeyin! Bu ders öyle zannettiğiniz gibi magandalarla ilgili filan bir ders değildi. Komposto, hoşaf vs. nasıl yapılır? Ürünler hakkında teknik bilgiler vardı. Bir nevi Tarım Dersi’ne de benziyordu. Sanki aşçılık yapacağız! Ama Mali Cebir, adı gibi zor bir dersti. Logaritma, trigonometri vs… Neyse dersleri bir kenara bırakalım da işin muziplik tarafına yöneleyim.
Okul yılları olur da, şakalar olmaz mı? Tabiki olur… Hiç unutulur mu, okul ve askerlik anıları…
Kahverengi takım elbisem (bu rengi, elbisede nedense oldum olası hiç sevmemişimdir.) ve geniş kravatım ile James Bond türü çantamla okula gidiyorum. (O yıllar geniş kravat modaydı. Hatta İspanyol paça pantolonlar da.) Okulumuza yakın bir inşaatın yanından geçiyorum. Ne göreyim! Bir köşede yığınla İzocam bana bakıyor. Sanırım yapılan binanın çatısına döşenip yakıttan tasarruf sağlanacaktı. Tıpkı günümüzün binalara yapılan mantolamaya benzer bir durumdu. Neyse İzocam’dan bir parça aldım. Sonra da küçük bir kâğıda sarıp cebime koydum. İzocam, ne işe yarardı? Ne yapacağımı merak ettiniz değil mi? Tabi ki, derste yapısını filan incelemeyeceğiz.
Ne mi yaptım?
İlk ders zor dediğim Mali Cebir dersine girdik. Hesaplar kitaplar, derken rakamlar hiç rahat durmuyor. Sınıfın içinde dolanıp duruyor. Onlar dolandıkça ben de rahat durmuyorum. Beynimde tilkiler dolanıp duruyor. Bir muziplik yapmalıydım. Yanımdaki arkadaşımla kıkırdayıp duruyoruz. Konu mu? Şimdilik ortada bir şey yok ama birazdan şov başlayacaktı.
Önümde oturan arkadaşımız, pür dikkat dersi dinliyordu. Ceketin enseye yakın olan kısmı öyle bir hal almıştı ki, sanki bir kuyu gibi görünüyordu gözüme. Cebimdeki namussuz İzocam dile gelmez mi? “İlla enseden içeriye gireceğim.” diye tutturdu. ‘Yapma etme.’ dedimse, laf geçiremedim. Ben de İzocam’ı kıramadım. Küçük bir parça bölüp, kuyu görünümlü yerden enseden aşağıya doğru yavaşça bırakıverdim. Çevreme baktım. Bazı arkadaşlar yaptığıma bakıyordu. Doğal olarak şahit olmuşlardı. Gözlerimiz öğretmende, ciddi ders dinleme pozisyonundayız. Sınıfta çıt yok. Bir süre geçti. Öğretmenimiz tahtaya dönüp kosinüs gibi terimleri döktürürken önümdeki arkadaş, iki omzunu birden kafası hizasında bir kurbağanın hareketi gibi zıplattı. Sanki tiki varmış gibi bu zıplatma bir, iki derken gittikçe arttı. Onu gördükçe tedirgin olsam da, arkadaşımız öyle hal aldı ki, sanki birisi gizliden kemençe çalıyor, arkadaşımız da horon tepiyordu. Bir enseye bakıyorum, bir yanımdaki arkadaşıma. Kıkırdamaktan edemiyorduk. Önümüzdeki arkadaş, dönüp dönüp bana bakıyor, baktıkça kıkırdamam gülmelere dönüşüyordu. Ellerimle ağzımı kapatsam da, gülmem avuçlarımın arasından kayıp gidiyordu.
Sonunda olan olmuştu. Sınıfın sessizliği bir anda gülme krizine dönüşmüştü. Logaritmaların dili olsa onlarda gülmeden payını alacaklardı. Ama nedense öğretmenimiz çok ciddiydi. Gülme krizi dışında sanki bir sanatçının iyi rol yapması gibi suratını asık tutuyordu. Öğretmenimiz elindeki küçük çubukla tahtaya birkaç kez vurdu.
“Kendinize gelin! Hooop! Sınıfta olduğunuzu unutmayın!”
Tahtaya vurulan gürültü, biran olsun gülme seslerini kesmişti. Ama arada bir balondan çıkan kabarcıklar gibi gülmeler devam ediyordu. Önümdeki çocuk artık kendini tutamıyordu. Elini ensesine atıp kaşıdıkça kaşıyordu. İzocam ellendikçe daha da aşağılara doğru yol aldığı belli oluyordu. Öğretmenin keskin gözleri bizim tarafa doğru yönelmişti.
“Sana ne oldu oğlum, uyuzlar gibi kaşınıyorsun!”
“Hocam sırtımda sanki bir böcek dolaşıyor gibi…”
“Gel bakayım yanıma.”
Önemdeki arkadaş kaşınarak öğretmenin yanına gitti. Ceketini çıkardı. Başladı striptizciler gibi soyunmaya. Bir atleti kalmıştı. Kızlar sınıfımızda azdı. Onlarda ilgiyle seyrediyordu gelişmeleri… Arkadaşın eli hep sırtındaydı. Öğretmen kıç bölgesinden atleti kaldırıp arasından dürbüne bakar gibi bakıyordu. Eline aldığı, toz parçacıkları cebimde taşıdığım İzocam’ın ta kendisiydi. Bize doğru döndü,
“Kim yaptı bunu? Söylemezseniz bu sınıftan kimseyi çıkartmam!”
“…”
Sınıf sessizdi. Belli ki ispiyoncu yoktu aramızda. Veya ben öyle zannediyordum ki, arkamdaki öttü.
“Hocam önümdeki arkadaşım elindeki bir şeyleri arkadaşımın ensesine atarken gördüm.”
“Sen gel bakayım buraya…”
Başım önümde sırtında atletli arkadaşımın yanına gittim. Öğretmen de hemen yanımda. Arkadaşlar film seyreder gibi bizlere bakıyordu. İçimden hep gülüyorum ama dudaklarım isyanda dışarı belli etmiyordum. Öğretmen, avını yakalamışçasına sertçe sordu,
“Evladım neden yaptın böyle bir şey?”
“…”
“Bana bak! Gözlerimin içine bak, sana söylüyorum sana!”
“Hocam…”
“Evet, seni dinliyorum…”
“Şaka olsun diye…”
O arada hızlı bir tokat suratıma patlamıştı. İçimdeki gülmeler fışkırıp sanki kara tahtaya yapışmıştı. Trigonometriler, logaritmalar beynimde yıldız gibi dolanıp duruyordu. Kafam önümde, sınıfta çıt yok. Biraz önce birlikte kıkırdadığımız arkadaşıma göz ucuyla baktım. O da suratını asmış bizi izliyordu.
“Şimdi de arkadaşından özür dile bakalım.”
“Özür dilerim…”
“Geçin yerinize, bir daha böyle şakalar istemiyorum!”
İçimden, “Emredersin komutanım” diyerek yerime geçtim. Yanımdaki arkadaşıma baktım, bir an yüzü çok komik geldi. Önümdeki arkadaş mı? O da hizmetli ile dışarı çıkıp temizlenmeye gitmişti. Gitmişti ama biraz önce yaptıkları gözlerimin önünden bir türlü gitmiyordu. Sinir boşalmasıyla gülmelerimiz kıkırdayarak devam ediyordu. Allah’tan öğretmenimiz duymuyordu. Ders zili çalınca, kendimi özgürlüğüne kavuşmuş bir mahkûm gibi hissetmiştim.
İkinci ders mi?
Mal Bilgisiydi…
Ertuğrul Erdoğan