Nedendir insanoğlunun şu “zalim felek”ten bitip tükenmez şikâyeti? Değil mi ki türkü “Kahpe felek sana n’ettim n’eyledim” diye başlıyor, işte tam da burada zavallı beni adem’in ezeli feryadı başlıyor bencileyin. “Kahpe felek” deyişini “ah be felek” yollu tatlı ve nazlı bir sitem olarak anlamlandıramaz mıyız? Yüzü her daim eflak’e nazır insan Kant’ın ünlü, “Üstümdeki yıldızlı sema, içimdeki evrensel ahlak yasası” sözünü kendine tekrar edip durmuyor mu? Tüm yüceliğiyle zerreden küreye her şeyde deveran eden Zaman hükmünü Varlık’ın kuytularında icra ediyorken Zaman’ın işçiliğini, çekiç darbelerini her an ense kökünde hisseden ademoğlu ve Havva kızlarından başka kim “ah be felek” diye efgan edecektir? Uçsuz bucaksız sonsuzluğu içinde yıldızları ve ötesini hayretle seyreden bir göz için fiziğin metafiziğe açılan penceresi olan gökyüzü hayretin şahikası değil midir?
Zaman daima galiptir üzerimizde ve biz bu ezinci ruhumuzun ta diplerinde hissetmekteyiz. Tüm davranışlarımıza; emellerimize, arzularımıza, hırçınlıklarımıza, toprağa bunca tutunma çabalarımıza yansıyan bir his.”Geçicilik duygusu”, “Benden geriye ne kalacak?” sorusu; gençliğin, güzelliğin, sağlığın elden avuçtan bir daha dönmemesiye uçtuğu kaygusu. Şaire, “Senin de çizilecek bir gün sevgilim yüzünün mermeri” dedirten türden.(Otobüsteyim, tam karşımda iki bayan oturuyor. Biri dengini düzmüş, geçip giden yılların çizgilerini yüzünün mermerine nakşetmiş, hayatın kıyısında bir acuze. Diğeri tomurcuklarını yeni patlatmış, heyecan ve heveslere teşne bir ter-ü taze. Biri diğerinin geçmişi, öbürü yekdiğerinin geleceği. Hayatın bunca oluş ve bozuluşa sahne oluşu, bunca girift bilmeceler soruşu ruhumu kamaştırıyor: ”Hiçliğin kekre tadı vardığın her kıyıda “ dediği gibi söz dostunun.)
“Ah be felek sana n’ettim n’eyledim”: Anılmaya değmezken anılır oldum, yokluğun derelerinden varlığa kondum, varlığımdan haberdar oldum, içimde çatallanan duygu ve coşkularla bikarar oldum; koşuldum ama tutuldum, tutuldum ama koşuldum. Kavil başka hal başka neyleyeyim. Neyleyeyim elim kısa fikrim uzun, durmaz yapraklarım dalda sermayem hüzün, geçip gider üstümden bulutlar oysa ben müştakıyam sonsuzun.
Kamışlıktan koparılmış ney gibi ayrı düşmek anavatanından, bu ayrılığın yüreği daima acıların konakladığı bir kervansaray kılan burukluğu, kalbinin sılasından aklının gurbetine, ruhunun şehrinden teninin taşrasına düşmek yine feleğin manevi şahsiyetine “attın gurbet ele parelerimi” dedirtmektedir insana: Gurbet daima gurbet. Mecnun’un devesi misali aklın menzilde, gönlün yavruda olmasının doğurduğu hazin çelişki. Bedbin ruhlarda “insan dünyaya fırlatılmıştır” şeklinde aks-i sada bulan ve insanın bu vebalı terkedilmişliği duyumsayışı içinde derin yalnızlığın cam parçaları. Dikenli çalıların hançereden geçerken her yanı şerha şerha parçalayışı.
Gurbete düşene garip diyoruz. İnsanın payına düşen cüzi iradenin askıya alınması. Mutlak iradeyi “gurbete pare pare atılmışlığın” süreğenliği içinde iliklerine kadar farkedip naz ile niyaz arasında haykırmak: attın gurbet ele parelerimi: “varlığım anda çağıra, bana seni gerek seni.” Geçen her an ruhumun sılasından oluşun meydanına bir parçam atılıyor. Görünen o parçam parlıyor ve sönüyor hemen. Güneşin yansıdığı ırmakta her bir damlada ışığın parlayıp sönmesi gibi.