Klasikleşen kitapları filmlere de konu olan ünlü yazarların, bir zamanlar kitaplarını bastırabilmek için ne tür çileler çektiğini biliyor musunuz? Basılabilme umuduyla yazdıkları roman çalışmalarının kim bilir kaç yayınevinden ret yanıtları aldıklarını tahmin edebiliyor musunuz? Bu ünlülerden Victor Hugo, on dört yaşında yazdığı bir şiir dosyasını yayınevine götürdüğünde ret yanıtı alınca, editöre acır ve ona alaycı bir şekilde şunları söyler: “Hata ettiniz. Bu ilk şiirlerimi basacak olsaydınız, sonraki bütün eserlerimin yayın hakkını size verecektim.” Yine George Bernard Shaw ise ünlü olmadan önce yazdığı beş romanıyla tam altmış yayınevinden ret yanıtını alarak belki de bu alanda rekor GT konu kırmıştır! Yakın zamanda kaybettiğimiz İtalyanların dünyaca ünlü yazarı Umberto Eco 1992’de yazdığı “Yanlış Okumalar” adlı çalışmasında en büyük metinlerin bile yayınevlerince nasıl reddedildiğini kurgusal bir editörün ağzından yazmıştır.
William Golding’in bugün klasik olarak kabul edilen “Sineklerin Tanrısı” adlı eserinin ise yirmiyi aşkın yayınevi burun kıvırmışlardır.KBuitabı basılanlar (henüz yazar demeyelim.) hu yayınevlerinden gelen ilk kitaplarını ellerine aldıklarında tıpkı bebeklerini kucaklarına almış gibi hissederler. Ön kapağından içindeki sayfalara, oradan da arka kapağa kadar bir bebeği inceler gibi incelerler. Hem de evire çevire… Farklı bir duygudur bu. Mis gibi kokarlar. Sağını solunu kokladıkça bir anda yazar olduklarını zannederler, hatta bir tuhafiyeye giderek fuların en renklisinden, kırtasiyeden kalın imza atan kalemlerden bile alanlar olacaktır. Kendilerini kitap fuarlarında kuyruk olan okurlarına imza atarken hayal edeceklerdir. Ancak işin aslı hiçbir zaman öyle olmayacaktır bazıları için. Edebiyat dünyası sabır, çalışma, bol bol okuma, çevreyi inceleme, yeni yeni insanlar tanımayı gerektirir. Hatta hayal gücü ile iyi bir kurgu yapmayı da şart koşar. Bir de bunlara ilave kendinizi toplum önünde ifade edebiliyor ve reklam yönünü de düşünerek etkinliklerde ön saflarda bulunuyorsanız, yine bir edebiyat fakültesinden mezun olup, üstüne üstlük uzun yıllar edebiyat öğretmenliği yıllarınızda, ödev niyetine öğrencilerin hayal güçlerini topladığınız yazılarla şansınız bir tık daha ileri olacaktır. Ancak bu da sizi tam anlamıyla gün gelir yazar yapmayabilir. Fuarlarda kuyruk olan okurlara imza atarak eli felç olup hastaneye kaldırılan yazarlar gün gelir, balon gibi sönmüşlerdir ve edebiyat dünyasından silinip gitmişlerdir. Asıl mesele; iyi yazı, iyi yazar ve iyi okurdur. İyi bir yazar, yani bir Yaşar Kemal veya Aziz Nesin gibi olabilmek için kim bilir kaç fırın sözcükler yutmak ve onun değerinde eserler verebilmek, demektir.
Aziz Nesin’den söz açılmışken bu yazarımızın da ilk çalışması, yayınevlerince kabul edilmeyenlerdendir. Amerikalı ünlü bir yazarın imzası ve kahramanları değiştirerek eserinin güçlülüğünü ispat yoluna giden yazarlar arasına katılmıştır. Bunu bir Türk yazar yapar da, İngiliz yazar adayı yapmaz mı? 2007 yılında David Lassman adındaki bir İngiliz yazdığı kitaplar yayınevlerinden sürekli dönünce, eserlerinin iyi olduğuna dair ispat yoluna gider. İngiliz ve dünya edebiyatının temel taşlarından Jane Austen’in üç büyük romanında ufak tefek değişiklikler yaparak altına da kendi imzasını atmak suretiyle on sekiz büyük yayınevine gönderir. Bir yayınevi yazarı intihalle suçlarken on yedi yayınevi romanı yayınlamayı ret eder.
1936 yılında Amerikalı bir yazar olan Margaret Mitchell’ın yazdığı ve filmi de oldukça ses getiren “Rüzgâr Gibi Geçti” romanı da “Kimse bir iç savaşı okumaz” gerekçesi ile o yıllarda yayınevlerince ret edilmiştir. Hayvan Çiftliği ve 1984 adlı eserlerin yazarını bilirsiniz. George Orvell bu yapıtları için T.S. Eliot’un kapısını çalar. Yanıt Eliot’un eşinin kaleminden gelir. Yazara şöyle bir yanıt vererek eserin basılmasını istemez. “Benim bu yapıtla ilgili genel tatminsizliğimin temeli, en yalın haliyle, yapıtın olumsuz havası. Yazarın istediklerine, karşı çıktığı şeylerin bazılarına sempati duyuyorum ama kitaba hâkim olan ve genelinde Troçkist diyebileceğim bakış ikna edici değil.”
Ünlü Alman Filozoflarından Friedrich Nıetzsche’nin de bu yollardan geçtiğini biliyor muydunuz? Yazdıkları ile yayınevleri ilgilenmeyince parayla bastırdığı bir kitabı da ilgi görmeyince bütün kitapçılardan parasını vererek geri toplattırmıştır.
Yabancı yazarlarda bunlar olurken ülkemiz yazarları da aynı durumlarla karşılaşmışlardır. Ayşe Kulin, yirmi beş yılını romanlarını basacak yayınevi aramakla geçirir. Kim bilir bu süreçte kaç romanı arka arkaya yazmıştır? Buket Uzuner de ilk romanı hemen hemen bütün yayınevlerinden geri dönmüştür.
Yayınevlerinin bu durumlarını bilen ve maddi yönden güçlü olanlar kendi yayınevlerini kurarak yazdıklarını okurlarıyla buluşturma şansına sahip olmuşlardır. Örneğin Erdal Öz’ü babamın Ankara Cebeci’de kurduğu ve edebiyat dünyasına aralarında, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Simone de Beauvour gibi ünlülerin 36 eserini basan ve 1968-1980 yılları arasında faaliyet gösteren Doğan Yayınevimiz döneminde tanımıştım. Kızılay’da Kültür Pasajının ikinci katında bir kitabevi vardı ve zaman zaman oraya kitaplarımızı bırakır, cumartesi günleri de satılanlar için hesaplaşmaya giderdim. Ve Erdal Öz daha sonra Can Yayınları’nı kurmuş ve bugün Türkiye’nin en ünlü yayınevleri arasına girmiştir. Ünlü yazarlardan Virginia Woolf da kocası ile birlikte kurduğu yayınevinde yazılarını özgürce yayınlama şerefine ulaşanlardan.
“Serlerin Kaybı” adlı 575 sayfalık polisiye romanı ile edebiyat dünyasına giren Mehmet Ali Özler arkadaşım, Ahmet Ümit’e rakip olacağını iddia edenlerdenim. Orijinalini gönderip okuduğum ve kitabının arka kapağına yazı yazdığım bu yazarımız, yine ilginç konusu ile kalın bir kitap olabilecek ikinci romanına şu sıralarda devam ediyor ve telefonda zaman zaman da görüşüyoruz. Ona ilk kitabını yazdığı dönemlerde, edebiyat dünyasının dikenli bir yol olduğunu ve çok şeyler ile karşılaşacağını belirtmiştim. Son çalışmasını ünlü bir yayınevine gönderdiğini ve aldığı yanıtta, “Biz yazarın eserine değil, ünlü olup olmadığına bıkıyoruz.” demelerine çok şaşırdığını söylemişti.
Neyse, biz bu edebiyatın magazin bölümünü bir kenara bırakıp biraz da kendi çalışmalarımdan bahsedeyim. 1968 yılında kendi yayınevi ve matbaamızda çalıştım. Belki de çırak olmadan dizgi operatörlüğü, baskı makinası ve kitapların ciltleri yapılan mücellithaneyi iki yıl gibi kısa bir zamanda öğrendim. Yayınevimiz ve matbaamızın 1980 darbe sonrası kapanması ardından Ankara’da farklı matbaalarda çalıştım. Ordu şehrinin mahalli gazetesi olan Karadeniz 52 Gazetesi ile anlaşarak gurbet yolculuğum başladı. Orada bir gazeteci arkadaşımızın ölmesi sonrası onun adına yazdığım “Ağlayan Tuşlar” yazımı beğenen yönetmenimiz, bana “Tercüman, Bulvar ve Akajansı’nın Ordu Muhabirliğini teklif etti. Kabul ederek dizgi operatörlüğü yanı sıra gazeteciliğe de başlamış oldum. 1983 Ekim’inde gazeteden ayrılıp 2009 yılına kadar bir kamu kurumunda çalıştım ve emekli oldum. 2002 yıllarında profesyonelce yazmaya başladım.
Birçok sitede istek üzerine köşe yazıları yazdım. Yazılarım dergilerde ve kitaplarda yayınlanmaya başladı. Para ile bastıran yazar olmadım. İnsanların, dinle, siyasetle ve şirketlerce nasıl kandırıldıkları ile dolandırıcılık ve hırsızlık konularını irdelediğim “Vallahi Öptürmem” adlı kitabım Mola Yayınları’ndan çıktı. Kitabım kısa sürede tükendi. Ardından bir modelist bir kadının ezilmişlik hikâyesini anlattığım “Mor Gözdeki Hüzün” ve ardından bir yönetmenin FOX TV’de dizi için benden Türkiye’de şiddet kurbanı kadınların hikâyelerini yazmamı istedi. Bir örnek yazıp gönderdim. Beğendi. On üç öykü daha istedi. Onları da yazıp gönderdim. Ancak televizyon ile anlaşamayınca ben de otuz öyküye çıkartarak “Sonrasız Kadınlar” adlı kitabımı Lakin Yayınevi sözleşme yaparak, bastı. İlk kez bir yayınevinden 200 TL kaparo telif almanın keyfini yaşadım!
Mülteci konusunu işlediğim “Kavanozdaki Böcekler” adlı çalışmamı yayınevlerine göndermiş ve tıpkı ünlü yazarlar gibi birçoğundan olumsuz yanıt almıştım ki, AltınBilek adlı bir yayınevi eserimi beğenmiş ve sözleşme için beni İstanbul’a davet etmişti. Gidip İstiklal Caddesi’ndeki binasında sözleşmeyi karşılıklı imzaladık. Bir buçuk ay sonra gelişmeleri sorduğumda, yayınevinin el değiştirdiğini ve artık bilimsel eser basılacağını söylediklerinde eser ortada kalmıştı. Daha sonra ünlü bir yayınevi ile irtibat kurmuş onlara eserimin tanıtım yazısını beğenince dosyayı istediler. Gönderdim ve bir süre sonra “Biz kendi yazarlarımız ile çalışmak istiyoruz.” şeklinde bir yanıt gelmişti.
Gelelim diğer doğmamış kitap çalışmalarıma…
Edebiyata hiçbir zaman küsülmez ve yayınevlerinden gelen bu olumsuz yanıtlar, beni daha da kamçıladı. Eserlerimi vermeye devam ettim. İki kültür arasına sıkışmış İzmirli Yaşar ve Diyarbakırlı Jinekolog iki doktorun aşkı ile Doğu bölgesini anlattığım “Elma Şekeri” adlı roman çalışmam da basımı beklemektedir.
Her dairede Türkiye gerçeğinin yaşandığı bir apartman hikâyesi olan “Tirşe Rengi Apartman” adlı roman çalışmam ve ardından yazdığım, bir subayın yeni doğan bir bebeklerinin beyincik ve sırt bölgesindeki urların alınması için İngiltere’den gümrüğe gelen kuvözün bir albay tarafından askerlerce operasyon yapılarak Ankara’daki bir hastaneye kaçırılışın hikâyesini anlattığım roman çalışmam, yine şu günlerde yaşadığımız korona virüsü konulu “Corona Yalnızlığı” adlı çalışmam da, yaşlı bir adamın bir öğrenci apartında kiraladığı evde yalnız yakalanması, bir parkta tanıştığı Melahat’la olan aşkı ve huzur evinde yattığı süre içinde eşi ve çocuklarına izini kaybettiren Vehbi’nin çocukları ise yurtdışında okurken Hollanda’da kalmaları ve babalarını arama mücadelesi yanı sıra covit-19 gerçeklerini anlattığım çalışmamın da düzeltmelerini şu sıralar yapmaktayım.
Edebiyat statikliği kabul etmez. Yoksa yazanı körleştirir. Bu bağlamda, dergilere öyküler yazarken aynı zamanda bu yaz, Hindistan Kritya On-Line Şiir Festivaline, Şairlerimizden Ataol Behramoğlu, Yeşim Ağaoğlu ve Muhsine Arda ile röportaj yaptığım Rati Saxena’nın daveti üzerine birlikte katıldım ve 2021 yılında yapılacak dünyanın en büyük şiir festivali Medelli’ne Yöneticisi Kolombiyalı Fernando Rondon tarafından davet edildim.
Şu sıralar, dünya yazarları ile röportajlara devam ediyorum. Küba, Japon, Hırvatistan ve Hindistan şair ve yazarları ile yaptığım röportajlarım “Deliler Teknesi” Dergisinde düzenli olarak yayımlanmaktadır. Çalışmamın amacı, dünya yazarları ile ülke edebiyatlarını buluşturmaktır. Bütün kıtalar dolaşıldığında bu çalışmam da kitaplaşmayı bekleyenler arasına katılacaktır!
Sosyal medyada bazı geceler yazdığım “Gece Yarısı Yazıları” adını verdiğim denemeler, yine “Karşı Evler” adı altında yazdığım ve evlerimizde yaşadığımız Türkiye gerçeklerini kaleme aldığım projelerimi de ileri de kitaplaştırmayı düşünüyorum. Her yazar her ne kadar eserlerinde yaşadığı hayatın ipuçlarını vermiş olsa da bir otobiyografi eseri olmalıdır diye, düşünüyorum. Çocukluğum, yayınevi yaşantım, gazetecilik ve yazarlık sürecimi yazmaya devam ettiğim “Süpürgelikteki Dostum” adlı otobiyografi çalışmam da basılacak dosyalar arasına bittiğinde girecektir.
Beş sayfalık bir öykü olarak başladığım çalışmamı durduramadım ve romana çevrildi. Konusu kısaca şöyle; Selim adlı genç, yirmi beş yıllık yaşamında önce annesi ile babasının kaybedip evleri de devletçe yola gidince eşyalarını satıp üniversite yıllarında ek gelir için çalıştığı barda çalışmaya başlar. Burada küçük bir depoda kalıp caddeye bakan odasında günümüzde birçok insanın yaşadığı olumsuzluklara şahit olur. Daha sonra bu dünyadan bıkıp
köylerine yakın, Belgrad Ormanında gizli bir yerde yer altı evi çalışmalarına başlar. Adını “Yer Altındaki Güneş” verdiğim bu romanım şu anda 120 sayfası Selim’in yer üstü dönemi oldu. Şu sıralar yer altındaki yaşam mücadelesini yazmaya devam ediyorum. Çalışmamı İstanbul’u romanlarında en iyi anlatan Mario LEVİ’ ile paylaştım, kurguyu ilginç buldu. Umarım edebiyat bavulumdan çıkıp okurlarla en kısa zamanda buluşur.
Edebiyat dikeni bir yoldur. Bazen bu yolda her tarafımızdan kan gelse de yazmaya devam edeceğim. Belki de yayınevlerinin beklediği, o meşhur olma demlenmemi bekliyorum!
Ertuğrul ERDOĞAN