“İnsanın canını neler acıtır?” niye sorsak alacağımız cevaplar genellikle somut olur. Silah, bıçak, ateş, bomba, taş gibi… Oysa bunlardan çok daha acı vereni de var: Sözcükler… Taştan daha çok acıtan, bıçaktan daha çok kanatan, ateşten daha çok yakan, bombadan daha çok parçalayan…
Konuşmak marifetse papağanlar da konuşuyor, muhabbet kuşları da… Önemli olan zücaciyeci dükkânına giren fil gibi her şeyi kırıp dökmeden, gönül yıkmadan konuşabilmektir. Bence söylenmeye değer sözü olmayanın susması lazımdır. Atalarımız bu konuda ne demişler:
“Söylersen bir söz söyle,
Sözünden ibret alsınlar.
Söylemezsen sükût eyle,
Seni bir adam sansınlar.”
Bizler “Söz gümüşse sükût altındır.” mantığıyla yetiştiğimiz için susmayı erdem saydık. Oysa ne cevaplar verebilirdik de altında ezilirdiniz maazallah… Bin sustukça sandınız ki biz susturduk. Kırmaktan korktuk insanları… “Atılan ok geri dönmez.” demişler. Bin özür bile bir sözün açtığı yarayı sağaltamaz. İşte bu yüzden sustuk. Verilecek cevabımız çoktu oysa!
Ah o kelimeler yok mu? Söyleyemediklerimiz, söylemediklerimiz, kırmamak için insanları canımı yakmalarına izin verdiğimiz sözler… Canımızı yakanın canını yakmak ilkel bir düşünce gibi görünse de bazen şart oluyor. Taştan mı sanıyorlar bizi yoksa demirden mi? Türkçede “burnundan kıl aldırmamak” diye bir deyim var. Kendilerini akıllı sanıp herkesten üstün olduklarına inananlar ne kadar zavallıdırlar!
“Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler, ağzına dolar insanın… Sussan; acıtır. Konuşsan; kanatır.” demiş Oğuz Atay… Tam da bu durumdayız. “Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali elimiz, kolumuz bağlanıyor çoğu zaman. Sustuğumuza, yumuşak başlı olduğumuza güvenmeyin. Unutmayın ki “Yumuşak atın tekmesi pek olur.”