İlk 500 içinde Türk üniversiteleri yok. Bu herkesin dilindeydi. Neden yok?
Nedeni anlamak için epey geriye gitmek gerekir.
Akademik dünyanın öğretim yapma ile yetinmesi, kimlikten yoksun ideolojik çeteleşme, liyakattan yoksun kadroların tercihi ve kültürel altyapının öğrenciyle buluşmaması, kampus hayatının yokluğu, entelektüel hiçbir çabayla uğraşmayan öğrenciler, “kopyala/yapıştır” tezler ve ödevlere göz yumulması bizi 2000’li yıllardaki çöküşe getirdi.
1997’de ve sonrasında birçok üniversite, bilim, entelektüel yapı yazısı yazdım. Bunlardan biri de Yeni Yüzyıl gazetesinde yayınlanan “Dünya Bilim Havuzunda Kim Yüzüyor?” başlıklı köşe yazımdı.
“Edinilmiş bilgiler üzerinde soru sorma ya da derinleşme felsefi düşüncedir ve yöntemi belirler. Oysa Türkiye’de ideoloji belirleyici olduğu için bilimsellik ve bilimsel yöntem tartışılmaz bile. Nesnel gerçeğin yolu böylece tıkanır. Çünkü üretilen bilimsel bilginin bir sentez olması gerekir. Oysa sadece kendi sevdiği belirli bir tarih dilimini ya da an’ı merkeze alarak senteze varılamaz. Taklitçilik, kopyacılık ideolojik bakışın yöntemidir. Bu bizim bilimsel yayın üretiminde 1981 -1995 arasında neden kırkıncı ya da otuzuncu sıralarda süründüğümüzü anlamlı kılabilir. Scientision İndex (Sİ) 1996 raporuna göre Türk üniversitelerinde bilimsel yayın sayısı diğer yıllara göre patlama yapmış olmasına rağmen 29. sırada ancak. Bunun nedeni de; pijamalı profesörlük yerine yayın yoluyla profesörlük zorunluluğu. Bilimselliği etikete indirgeyen ahmaklık yüzünden Türkiye bilimsel yayınlarda, ağzı var dili yok. Sosyal bilimlerde ise sesi soluğu yok.
Sİ girebilen yayın sayısında İsrail, Brezilya bile Türkiye’nin üstünde yer alan ülkeler. Dünyada birincilik 263.000 (iki yüz altmış üç bin) yayınla ABD’ye ait. İkinci Japonya 61.000 yayın, İngiltere 58.000 yayınla üçüncü.
149,90 TL. Erkekler hiçbir şeye bağlı kalmaz düşüncesini Bvlgari ortadan kaldırıyor. Ba…
Dünya bilim havuzunun binde dördünü ancak doldurabilen Türkler dünya bilim liginde yaya gidiyor.”
YERLEŞİK DÜZEN KILINI KIPIRDATMADI
O günler de bile reformlar mümkündü. Ancak yerleşik düzen kılını kıpırdatmadı.
Konuyu deşmek için, taaa 1933’e Hitler’den kaçan bilim adamlarına kucak açan Atatürk’e, üniversite reformu uygulama kararlılığına dönmek gerekiyor. Sayıları yaklaşık 70 kişiyi bulan çoğunluğu ordinaryüs profesör, küçük bir kısmı sadece profesördü. ‘’İstanbul ve Ankara’da ayni zamanda çalışmakta olan profesör sayısı 50-60 arasında, bilimsel ve teknik asistanların sayısı ise 10-20 arasında idi” der Neumark kitabında.*
Üniversite İç Düzen reformunu uygulamaya çalışırlarken öncelikle doçentlerin bir doçentlik sınavından geçmesi gerekliliği gündeme gelmişti. Bu önemli bir sorundu. “Bazı profesörler işlerini ciddiye almazken” diye belirtir Neumark, akademik özgürlüğü canı ne zaman isterse üniversiteye gelmek diye anlayanlara hayret ederler. Derslere gelip gelmediklerinin kontrolü için çizelge oluşturmaları öfke yaratır! Yabancı profesörler, yeni binaların ve tesislerin planlanmasında çok etkin olurlar. Ancak eski alışkanlıklar, müteahhitlerin adi yöntemleri yüzünden birçok sorun çıkar. Ne kadar tanıdık…
Kütüphanelerin kurulması ve geliştirilmesi de ikinci adım olur. Standartlar çok düşüktü. Bilimsel dergiler yok hükmündeydi. Var olanlar da sadece Fransızca idi! Şimdi ve uzun yıllardır İngilizce olduğu gibi. Bütün gelen bilim adamlarından en az bir ders kitabı yazmayı sözleşmelerinde taahhüt etmişlerdi. Bu kitaplar uzun yıllar temel bilim kitapları oldular üniversitelerde. Alman profesörler 1950’lere kadar kalırlar.
Yıllar sonra Cumhuriyet’in 50.yılına davet edilen Neumark şu gözlemde bulunur:
“Atatürk’ün devrimlerini gerçekleştirdiği en azından iki alanda son yirmi senedir bir gerileme kaydedilmektedir. Laiklik ve devletçilik ilkesi….”
Falih Rıfkı Atay bunu 1960’larda makalelerinde yazar ve günün CHP’sine yüklenir.
HİÇ OLMAZSA BUGÜN YOLA ÇIKMALI
Bunları kenara not ettikten sonra sıra “üniversitelerimizin bir misyonu var mı”sorusuna gelip çatıyor.
Genellikle söylenen üniversitelerin dağ bayır her yerde açılması, öğretim görevlisi yokluğu ya da “lise öğretmeni” düzeyinin öğrencilere sadece diploma kazandırdığı yönünde. Kültürün ölümüne tanıklık ederken bilim mümkün mü?
İdeolojik çeteleşme kalite ve liyakat konusunda büyük kayıplara yol açtı bilimde. Bu da milli ciddiyetsizlikle sonuçlandı. Eğitim bireyin hayatını anlamlı kılacak ve yüceltecek güncel bir kültüre, felsefesine oturmak zorunda.
Ortega 1910’da yazdığı makalesinde bunu şöyle belirler: “siyasal bir sorun olarak toplumsal eğitim iki yönlüdür: Bireylerin ve toplumun değişimi”*
Toplumsal çerçevede istenen düzeye erişilmedikçe bireysel eğitim, yetersiz, güdük ve yalıtılmış kalacaktır.
Kültür eğitimi ve aktarımı olmayan bir üniversite bilgiyi nasıl verecek? Kime verecektir? Kültürü, kültürel kimliği olmayan öğrenci kafasının bilgi ile doldurulması “copy/paste” (kopyala /yapıştır) etkinliğinden daha fazlasını yapabilir mi?
Üniversite yüksek öğrenimdir. Eğitimi kültür, öğrenimi uzmanlık bilgisidir. Zaten diploma alan herkesin bilim adamı olmadığını biliyoruz. Ya da otomatik kariyer etiketi almak da bilim adamı yapmıyor. Doktora için yepyeni bir şey söylemeniz, yazmanız ya da yeni bir buluş gerekir dünyada. Saygın üniversitenin itibarı doktora ve tezleridir.
Bugün üniversitelerimizin neden ilk 500’de olmadığını soruyorsak çok daha derine ve gerilere gitmek gerekiyor. Gerçeklerle yüzleşmeden bilim yapılamaz, akademi de olamaz. Gerçek tüm acılığıyla konuşulabilmeli. Bu şimdi çok daha zor elbette. Zamanında reformları yapmamanın bedeli ağır oldu.
Hiç olmazsa bugün yola çıkmalı!
Nevval Sevindi
Odatv.com