Tabiatıyla esas maksadım, sevgililer sevgilisi Peygamberimizin (s.a.v.) sünnet-i seniyyesini yerine getirmek… Lâkin ikinci olarak da bir ümidim var: ‘Acaba sakalım olursa dostlar sözüme kulak verir mi?’ diyorum.
Sakın kibirle söylediğimi zannetmeyiniz ama köşe yazısı yazmaya başladığım 10.5 yıldan beri bilhassa dış politika ve terör meselelerinde haklı çıkmaktan bıktım, usandım. Ne olursunuz sevgili dostlar, artık Demirel gibi ‘ayranı ekşitip içmek’ten vazgeçelim…
Sabır, elbette büyük bir fazilettir. Ancak, devlet idaresinde ve özellikle diplomaside fırsatları kaçırmamak da lâzımdır.
***
Evvelâ 1 Mart Tezkeresi esnasında; 2012 başından beri de Suriye konusundaki yazdıklarımı tekrar okuyunca, Suriye krizinde geldiğimiz noktayı, daha önce ne kadar teferruatlı olarak tahmin ettiğim ortaya çıkıyor. 7 Şubat, 24, 26 ve 28 Haziran, 10-26 Temmuz, 9 Ağustos, 1-13 Eylül, 5-31 Ekim 2012 tarihlerinde ve son olarak dünkü yazımda, bugün gelinen gerçekleri anlatmışım.
Sevgili kardeşim, değerli Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu, dünkü Hürriyet Gazetesi‘nin manşetinde, Suriye‘nin eli kanlı diktatörü Beşar Esad‘ın, B Planı‘na geçtiğini ve Nusayri Devleti kurmak için Humus-Lübnan arasındaki koridoru temizlemeye çalıştığını söylüyor (Bu arada Esad‘ın temizlemek istediği Lazkiye ve Humus civarında, başta Bayırbucak Türkmenleri olmak üzere 1 milyon 140 bin Türkmen yaşadığını da işaret edelim. Prof. Davutoğlu‘nun çok iyi analizini yaptığı gibi, Esad artık son aşama olarak gördüğü mezhep çatışması ve Suriye‘yi parçalayarak ayrı bir ‘Nusayri Devleti’ kurma peşindedir. (Bu hedefleri sözkonusu yazılarımda anlatmıştım.)
Esasen bu hedef, Esad‘a, babası Hafız Esad‘dan ve dedesi Süleyman Esad‘dan miras kalmıştır. Fransızlar Suriye‘den çekilirken Esad‘ın dedesi bir mektup göndererek, Fransızların Suriye‘den çekilmesi halinde, -onun tâbiriyle- ‘Müslümanlar bizi ezer’ demiş ve Fransız işgalinin devamını ya da ayrı bir Nusayri Devleti‘nin kurulmasını istemiştir. Fransızlar da Suriye‘yi yüzde 7’lik bir azınlık olan Esad Ailesi‘nin yönetimindeki Nusayrilere teslim etmiştir.
***
Gelelim günümüze… Türkiye‘nin önünde iki yol vardır:
1. Suriye‘ye müdahale ederek bu vahşî katliamı, iç savaşı ve mezhep çatışmasını durdurmak; Suriye‘nin parçalanmasına, mezhep esasına göre ayrı devletçikler kurulmasına ve istikrarsızlaşmasına manî olmak; PKK-PYD (ve perde arkasından Barzani) ittifakıyla kurulacak Suriye Kürdistanı ve muhtemelen terör eylemleri konusunda gereğini yapmak; 3.5 milyon Suriye Türkmeni‘nin haklarını korumak; kurulacak yönetim üzerinde söz sahibi olmak ve Türkiye‘nin Orta Doğu‘daki itibarını arttırarak devam ettirmek için, Suriye‘ye, diğer ülkelerin daha fazla karışmasına imkân vermeden derhal müdahale etmek.
2. Seyirci kalmaya devam edip, İsrail, ABD ve AB ülkelerinin müdahalesi karşısında dış politika açmazına girerek arada kalmak; Irak‘ta olduğu gibi çok sayıda din kardeşimizin ve soydaşımızın katledilmesi karşısında üzülmek; ayrı bir çıbanbaşı olacak Nusayri Devleti emrivakisini kabullenmek; Suriye‘nin Müslüman çoğunluğunun ve bu arada Türkmen soydaşlarımızın hakları elinden alınırken lâl-i ebkem beklemek; Suriye‘nin kuzeyindeki 1 milyona yakın Kürt kardeşimizin terör örgütleri ve yabancı servisler tarafından istismarı konusunda çaresiz kalmak ve nihayet ilk Körfez Krizi‘nde ve Irak‘ın işgalinde olduğu gibi, Barış Masası‘na uzaktan melûl mahzun bakmak…
Bana kalırsa, Erdoğan ve Davutoğlu‘na yakışan hiç şüphesiz birinci yoldur.