Dönemin Sivas emniyet müdürünün ifadelerindeki diğer ithamlara bakalım: "Saldırıları önlemeye çalıştık. Durumu vali'ye en az 20 kere ilettik ve ek kuvvet istedik. Buna rağmen kuvvet gelmedi" diye ifade vermiştir.
Anadolu ajansı ve emniyetin çekimleri neden buharlaştığını, dahası bu görüntülere takılan ve “bölgeye sevk edilen ikinci ve daha kalabalık olan askeri birliğin Madımak Oteli yerine ilgisiz bölgelere yönlendirilişi”nin gerekçesini hala öğrenebilmiş değiliz. Ve yine “bir albayın araçtan inip göstericilerle konuştuğunu ve o komutan aracına binip olay yerinden uzaklaştığı”nın da sebebini hala bilmiyoruz. Kimdi albay? Kimlerle neler konuştu?
Yine, “Görgü tanıklarının ifadesine göre vilâyet önündeki gösteri esnasında elinde telsiz bulunan bazı şahısların "Aziz Nesin Madımak'ta" şeklinde kalabalık içinde açıktan sözler sarf ettiği duyulmuş."
Peki, Olayın “yüzleri maskelilerce provoke edildiği” yıllarca dile getirildiği halde bugüne kadar o maskelilerin kim olduklarıyla ilgili bir tane açıklamanın yapılmamasını normal karşılamamız 'normal' mi?
Yasin AKTAY, "kalabalık toplandıktan sonra valinin veya jandarmanın veya özel harekat birliklerinin olaydaki inanılmaz senkronik uyumlu ihmallerini veya kusurlarını" yazmıştı. Yüzleri maskeliler kimlerdi? Kim(ler), neyi ve neden senkronize ediyordu? Bu soruları dönemin yetkililerine soran bir tek "aydın" hatırlamıyorum.
Oral Çalışlar, Erdal İnönü'ye "Sivas olaylarına neden zamanında müdahale edilmediğini" sorunca Erdal İnönü ona "Ben de bunu bir MİT görevlisine sordum, neden müdahalede gecikildi diye. O MİT görevlisinin bana söylediği ‘Bu tip olaylarda toplumun gazını almak için hemen müdahale edilmez' oldu" demiş.
Pir Sultan Abdal Derneği eski Başkanı Kazım GENÇ; "Dava sonrasında ilginç bir şoför ortaya çıktı. Şoför, arkadaşlarımıza olay günü Sivas’tan alınarak Romanya’da bırakılmak üzere bir otobüs dolusu insanı götürdüğünü söyledi.” Bunların kim oldukları ve o tarihte Sivas’ta ne aradıkları hala muamma.
“Olay günü ve gecesi jandarmanın sokaklarda vurdukları sivillerin sessiz şekilde gömüldüklerinin de üstünü örttüler.” Kimin, neden, kimi, ne hakla öldürdüğünü sorgulamadan olayın açıklığa kavuşmasına yönelik bütün çabalar yetersiz kalmaya mahkûmdur.
Aslında Star gazetesinden Halime GÖKÇE'nin "28 Şubat 1997, bir ‘darbe anı’nın değil darbe sürecinin başlangıç tarihiydi. Bunun sonucu olarak da gittikçe şiddetlenen ve sadece bir siyasi partiyi değil toplumu ikna-terbiye etme süreci olarak yaşandı" tespiti, "Madımak neden yandı" sorusuna verilen çarpıcı bir cevaptır.
“Hatırlamaya çalışalım; Genel Kurmay Başkanı’nın İngiltere’ye gidişini, dünya emperyalizminin ‘aklı’ İngiltere’den bir listeyle dönüşünü. Herkes Özal’dan bir çözüm adımı beklerken, onun ani ölümünü… Akabinde DEMİREL’in Cumhurbaşkanı oluşunu, ÇİLLER’li, KARAYALÇIN’lı hükümetin kuruluşunu. Kürt meselesine eski yöntemlerle yaklaşmak istemeyen bir kısım generalin, Albayın ve yarbayın ölümünü hatırlayalım.
PKK’nin ciddi biçimde ilerlemesini, Sivas’ın kapısına dayanmasını, Alevileri, özellikle yoksul Kürt alevilerin PKK’ye katılım eğilimlerinin artmasını hatırlayalım.
Özal’ın ölümünü ve akabinde üstten yapılan suikastler sonucu, güç dengelerinde kıyıcı askerlerin, polislerin, MİT’çilerin, politikacıların mutlak egemen oluşunu, tek gündemin kıyıcılık olduğu o kanlı günleri hatırlayalım.” (Erdal BOYOĞLU)
Dava boyunca iktidarda bulunanlar (Refah-Yol’un iktidarsız hükümeti dışında) her zaman ATATÜRK’çü-statükocu-‘sol’cu hükümetler olmasına rağmen yargılamanın olay esnasında orada bulunanlardan ibaret kalması çok manidardır. O yıllarda hangi sözlere ve kimlere sessiz kaldığımızı görelim de “manidar”lığın boyutlarını “derin”leştirelim.
“Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş…” diyen DEMİREL
“Çok şükür, otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir!.. Olayı bu kadar büyütmek yanlış, bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi” diyen ÇİLLER
“Oteli sahibi kundaklamistir” M. GAZİOĞLU, dönemin İçişleri Bakanı.
Hükümetlerin davanın üstünü örtme çabaları ve yukarıda saymaya çalıştığım “şaibeler”in son zamanlarda “dindar gençlik” üzerinden dindarlara hakaret edenleri ilgilendirmemesine anlam vermekte ne kadar zorlansak yeridir.
Bendeniz de dâhil bildiğim pek çok dindar insanımızın o faciada orada olup, yangının çıkmasına engel olmayı, engel olamıyorsak yanarak can verme pahasına (İbrahim as’ın ateşine su taşıyan karınca misali) yangını söndürmeye gayret etmeyi arzuladıklarını biliyorum.
Buna rağmen,
Tek tipçi, totaliter, despot, darbeci devlet anlayışıyla halkı birbirinden g/ayrı kılmak için devletin bütün imkânlarını bu katliamın gerçekleşmesi için seferber edenlerin günahını dindarlara yüklemek hiçbir hukuka ve vicdana sığmaz. Yıllarca dönemin “derin” hükümetinden, cumhurbaşkanından, ilin valisinden, jandarmasından, emniyetinden, MİT’inden hiçbir hesap sormayı aklına getirmeyen ve bugüne kadar dindarlara söylemediği lafını bırakmayanların olayı, failleri, planlayanları ve bunların maksatlarını yeniden düşünmeleri gerekir.
Ama önce dönemin askeri, sivil, yerel yöneticilerinin, sonra da bu şenliklerin tertip komitesinde görev alan bütün yetkililerin sorgulanmaları için kararlı bir tutum ortaya koymaları gerekir, sonrası çorap ve söküğü misali…