Bize ilkokuldan itibaren öğretilen yakın tarih derslerinde belletilen, son padişah Vahdettin İngiliz gemisiyle kaçınca Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, yerine yeni bir devlet kurulmuştur. Biz de nasıl algılardık, eskiler yerle bir oldu, yeni devleti kuranlar sanki gökten indi, devrimlerle her şeyi sildi süpürdü, yeni baştan yaptı. Zaten İslam ve Türk tarihini de okurken, hep derler ya şu halife veya şu sultan şuraları şuraları aldı. İmparatorluğun sınırlarını şu kadar genişletti. Bendeki algı alınan bu yerler hemencek ya külliyen Müslüman veya Türk olmuştu. Hal böyle olunca Konya’nın göbeğinde (Zafer Mahallesinde, eski II. Ordu Merkezinin arkasında) durup duran Kiliseye de, Ermenilerin toprak taleplerine de anlam veremezdim. Öyle ya biz buraları taa ortaçağlarda alıp Türk ve Müslüman yapmamış mıydık? Yoksa Sultanlarımız/Padişahlarımız buraları alıp Türk ve Müslüman yapmayı unutmuşlarda, bizim tarih kitaplarını yazanlar temennilerini yazıyorlardı?
Ortaokul ve Lise hayatımızda aşağı yukarı bu tarih anlayışıyla geçti. Benim tarih anlayışımı değiştiren üniversitede dört hocam oldu. Bunlardan üçünü rahmetle anıyorum. Bunlar T.Zafer Tunaya, Murat Sarıca ve Nazif Kuyucuklu. En sonuncusu ise daha uzun yıllar bilim dünyasına katkı sunmasını dilediğim, Şükrü Hanioğlu’dur.
Tunaya Hoca’dan tarihin bir süreç olduğunu, bugünkü siyasal akımlarının temelinin Osmanlı döneminde, özelliklede II. Meşrutiyet’tin kısa süren özgürlük döneminde atıldığını öğrendim. Murat Sarıca hocadan, Osmanlı ve Türk tarihini Avrupa ve çevre ülkelerin tarihlerini bilmeden ve siyasal tarihe sosyal olayları dahil etmeden sağlıklı bir tarih analizinin yapılamayacağını öğrendim. Nazif Kuyucuklu hocadan ise, dünya ekonomik kaynaklarının paylaşım mücadelesini anlamadan ne emperyalizmi nede Osmanlı’nın ömrünün nasıl 100 yıl uzadığını anlamanın mümkün olmadığını öğrendim. Şükrü Hanioğlu (o zamanlar asistandı) hocadan ise, Osmanlı aydının Osmanlıcılık anlayışından Türkçülüğe kayışını; Kurtuluş Savaşının ardından yeni devletin kurucularının aslında Osmanlı’dan devralınan asker ve sivil bürokratlardan oluştuğunu ve yıllar süren Avrupa karşısındaki ezilmişliği aşmak için “şişirilmiş” bir özgüven söylemi (Ne Mutlu Türküm Diyene.-Bir Türk Dünya Bedeldir.-Ey Türk Yüksel! Senin için Yüksekliğin Hududu Yoktur.-Türk Övün, Çalış, Güven! Vs.) tutturulduğunu öğrenmiştim, askere gitmeden önce..
Çalışma yaşamına atılınca, önceliklerimiz değişiyor. Doksanların ortalarına kadar, özel sektörde tutunmak için çırpınıp durdum. Baktım ki, orada da arkanı yaslayacağın bir dayın yoksa, sadece iyi bir eleman olarak kalıyorsun. Çünkü gördük ki adı her ne kadar özel sektör olsa da, üst düzey yöneticiler kamudan devşirilen bürokratlardı. Eh, özel sektördeki zihniyette kamu bürokratik sisteminin ötesine geçemiyor. O zamanlar özel sektör şirket içi eğitime yatırım yapmaktansa devlet terbiyesinden geçmişleri istihdam etmeyi tercih ediyorlardı. Ha, bunun yeni yeni palazlanan özel sektörün biraz daha kurumsal kimlik kazanmasına katkısı da olmuştur. (Yeni kuşak dünyaya açık girişimcilerin ve özel üniversitelerin etkisiyle 2000 lerden sonra bu anlayış nispeten değişmeye başlamış olsa da şirket içi eğitim sınırlıdır. Genellikle bu defa istihdam edilecek elemana, sen kendini yetiştir öyle gel, muamelesi yapılıyor. Eskiden kamunun üstlendiği eğitim maliyetleri bu defa ailelerin üzerinde kalmış oluyor.)
Ben seçtiğim meslek olarak özel şirketlerde varabileceğim noktaya 33 yaşında vardığımda, tekrar “ruhumu”, günlük güdük popülist yaşamlardan sıyırmanın yolunu aramaya başladım. Bu dönemde bir tesadüf, Doğan Avcıoğlu’nun Türklerin Tarihi ve Kurtuluş Savaşı Tarihi kitaplarıyla tanıştım. Macera romanı havasında, sıkmadan okunabilen kitaplardı. Araya İslam Tarihi, Ortadoğu Tarihi ve garnitür olarak da hukuk tarihi, sosyal güvenlik tarihi vs. de sıkıştırınca ve de en son olarak İlber Ortaylı hocanın makalelerini topladığı serileri bir araya getirdiğimde, şu sonuca vardım: Türkiye Cumhuriyeti’ne giden süreç Osmanlı’nın “En uzun Yüzyılı”nın ikinci yarısında başlamıştı ve özellikle II. Abdulhamit devrinde temelleri atılmıştı. Abdülhamit’in açtığı okullarda yetişen Osmanlı aydını, imparatorluğu kurtarmak için Cumhuriyet döneminde gerçekleşen birçok eğitim, ekonomi ve hukuk ve merkezileşme alanındaki adımları Osmanlı döneminde atmıştır. Lakin meyvelerini sürekli savaş ve iç karışıklıklar koşullarında alamamıştır. Süreç cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Bu süreçte siyasi ve aydınlarımızın aşamadıkları şarkiyat zihniyeti, kendi dönemlerini methiye için geçmiş dönemlerin hatalarını sürekli güncel tutmalarıdır. Çözümsel düşünce ise.. Neyse bundan sonrası beni aşıyor..
Sonuç itibariyle, hiçbir şey bize sunulduğu kadar ne vahimdir ne de şişinilesidir. Her şey kendi mecrasında, üretim ilişkilerinin oluşturduğu sosyal dokunun algılamasında şekilleniyor. Mülkiyete dayalı üretim ilişkilerinin bugünkü galibi olan küreselleşme (kapitalizm), tüm halkların folklorlarının (halkbilim) yerini aldığı gibi, ahlak ve din algılarını da etkiliyor. Sonuç itibariyle her şey olacağına varıyor.
Her şeyin olacağına vardığı bir dünyada, siyasilerin (aydınların demeyi çok isterdim) müdahaleleri neyi değiştirecektir? Neyi olacak, suyun gözünde kimin bulunacağını.. Bu bağlamda, dindar nesil, (4) üssü (3) eğitim, ileri demokrasi vs. tartışmalarının “ulvi ve uhrevi” (!) sloganları lafı güzaf gelir bana..
Her şeyin olacağına varacağı bir dünyada, aymazlığa kapılıp, olacakları öngörüp proje üretemeyenlerin, başkalarının projelerinin süjesi ve nesnesi olacağını da unutmayalım. 12.03.2012