Türkiye’de taşlar yerine oturmaya başlıyor. İktidar devletle özdeşleşmeye, devleti sahiplenmeye, sevabını zaten sahipleniyordu da, ayıbını da sahiplenmeye başlıyor artık zoraki de olsa.. Sıra devletin (memur ve organlarının) ayıbının gereklerini yerine getirebilme olgunluğunda.. Misal, devletin ayıbının sorumluları istifa etmesi gerekiyorsa istifa etmelerini istemek veya istifa etmek gibi..
Türkiye, itiraf edelim ki, üzerine vazife olmayanı vazife edinenlerle, üzerine vazife olanı savsaklayanın tuhaf, göz teması mutabakatıyla yönetildi uzun süre. Ve aslında bu mutabakat bugünde devam ettirilmek niyetinde de, artık ne iç dinamikler (aydınlar ve orta sınıf) özellikle de dış dinamikler (küresel sermaye ve hukuk), isteyerek veya istemeyerek göz yumamıyor. Çünkü bir dokudaki, yapıdaki değişim kendileri ile temasta olan dokuları/yapıları da değişmelerine neden olabiliyor (sömürgelerin II. Dünya savaşından sonra bağımsızlıklarını elde etmeleri) veya değişim için onlarla temasa geçiyor (2011 Arap baharı).
Türkiye’de Osmanlıdan bu yana, yapılan tüm yenilikler orduyu güçlü tutmak içindir. Bunda Türklerin tüccar millet olmaktan ziyade asker bir millet, yerleşik bir toplum olmaktan ziyade göçebe bir toplum olmaklığının etkisi vardır. 19.yy yarısından, özellikle son çeyreğinde, II.Abdülhamit döneminde yapılan tüm yenilikler ordunun savaş gücünü artırmak için yapılmıştır. Askeri Tıbbiye, Askeri Baytariye, deniz mühendislik okulu, Mektebi-i Harbiye, Hendese-i Mülkiye Mektebi (mühendislik).. Yine bu dönemde Saray Enderun’undan yetişenlerin yeterli gelmemesi, teknolojinin (telgraf, yol yapımı) gelişmesiyle zorunlu olarak idarenin ve maliyenin merkezileşmesinin gerekliliği sonucu, özellikle taşraya memur yetiştiren Mektebi-i Mülkiye de yine bu dönemde açılmıştır. Tüm bu okullar devlete ve saltanata hizmet için eleman yetiştirirken, sosyal fayda gereği, bir askeri ve sivil Osmanlı aydın sınıfını da oluşturuyordu. Bu asker ve sivil bürokrat aydın sınıfı (küçük burjuva), Osmanlıyı ayağa kaldıramayıp I.Dünya Savaşından sonra da saltanat esir edilince, Anadolu’ya doluşmuş, bu kez Türkiye’yi ayağa kaldırmaya çalışmışlardır. Yeni hareketin ve ardından yeni devletin sivil veya asker öncü kadrolarının çoğunluğu ordu içinden çıkmıştır. Fiili mutabakat da bu tarihsel süreç içinde şekillenmiştir. Gerek tek parti döneminde gerekse çok partili dönemlerde seçilmişler devleti, asker ve sivil bürokratlarla birlikte yönetmişlerdir. Yasalara göre burada bir ast üst ilişkisi olsa da fiiliyatta “eşitler arasında protokol hiyerarşisinden” öteye bir şey yoktu. Bana göre bu yapıya, II: Dünya Savaşı sonrası Batı’dan esen demokrasi rüzgârının etkisiyle, seçilmişlerin atanmışlar üzerinde mutlak muktedir olması gerektiği gerekçesiyle, Adnan Menderes müdahale etmek istemiştir. Güvendiği ise seçmen kitlesiydi. Ama sonu Mithat Paşa gibi olmuştur, arkamda durur dediği seçmen/halk yan çizmiştir. (Tam bu noktada hep aklıma Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın Yedi Samuray (1954) adlı filmi gelir.)
Şimdi emekli olmuş bir Harbiyeli ile bundan birkaç yıl önce sohbet ediyorduk. Kendisine, neden ordunun kendisini her şeye müdahil olmak zorunda hissettiğini, sormuştum. Çünkü bazen, zaten, dış konjonktür etkisiyle %100 lehte sonuç alınamayacak ülke sorunlarında bile kabak dönüp dolaşıp ordunun başına patlıyor, diye sorumun yönünü de belli etmişti. Emekli Harbiyeli gayet samimi bir şekilde, “Bizi liseden itibaren öyle yetiştiriyorlar ki kendimizi buna mecbur hissediyoruz. Bize, gün gelir herkes bu ülkeyi bilerek veya bilmeyerek satabilir, ama bir Harbiyeli asla, derler. Bizde geriden gelenleri böyle yetiştiriyoruz. Nerede sivil bürokratların bir eksiğini görsek, yasal alt yapısı var mı yok mu bakmadan o eksiği tamamlamaya çalışırız. Mesela, Milli Eğitimde, mesela dış politikada, mesela Milli İstihbaratta.. Birçoğu bilmez, müttefikimiz ABD ile yapmış olduğumuz askeri anlaşmaların içinde eğitim ve kültürle ilgili anlaşmalarda vardır. Müttefiklerde bu durumdan memnundu. Çünkü bir kurumla(askerlerle) muhatap olmuş oluyorlardı. İşler 1990’ların ikinci yarısından sonra değişmeye başladı. Güneydoğu’daki bazı eylemler basına yansıdığında, ilk defa karşımıza yasalar çıktı. Bizde şaşırdık. Çünkü vatan bölünme tehdidindeyse gerisi teferruattır. Biz şaşırdığımız gibi, o zamanki siyasal iktidarlarda şaşırmışlardı. Ve 1990’lı yıllar bir keşmekeşlik içinde, az izinin it izine karıştığı, doğru ile yanlışın ayrılamadığı bir dönem olarak tarihe geçmiştir.” (Bu sözler zaman zaman yaptığımız sohbetlerin özetidir). Ben kendisine, özel sektörde yaşadığım deneylerden ve Siyasal Bilgiler Fakültesi müfredatından edindiğim bilgiler ışığında, “..Valla hocam, her şey iyi gittiği sürece kimsenin aklına kanunlar ve kanunlara uymak gelmez. Örneğin, “sivil” belediyeler kanunları hiçe sayıp İstanbul’un yağmasına göz yumup köyden beter duruma gelmesine neden olmuşlardır. Ama işler kötü gidince, birileri kanunları adamın gözüne gözüne sokunca herkes günah keçisi arar. Onun için, iyi bir asker olmanın yanında mutlaka, kendi alanınla ilgili yasaları da öğrenmende fayda var. Eğer bir emir açıkça kanunlara aykırı ise emri yazılı iste..” demiştim. Güldü, “.. bir operasyonda K.Irak’tan gelen PKK’lıların Cudi Dağı eteklerinde geçiş için kullandığı, dik ve sarp kayalar nedeniyle kontrolü çok zor bir vadi içinde köy vardı. Biliyoruz ki, PPK’lılar gece geçişlerinde buradan lojistik destek sağlıyor. Köylülerde saklamıyordu. Devlet koruyamayınca çaresizler. Bir gün operasyonda şehit verdik. Başımızdaki Komutan sinirden kuduruyor. Bombalayın şu köyü, yakın! Diye emir verdi. Kimse kıpırdamadı. Yarbay, üsteleyince, “komutanım başımız belaya girer, emri yazılı verir misiniz” dediğimizde, komutanında aklı başına geldi. Toparlanın gidiyoruz, dedi. Biz kanunlara uymuştuk, PPK’lılar da o vadiden geçmeyi sürdürdü.” (Bu konuşmamızda sanırım 1994’lerde olmuştu.)
Terör karşısında yapılan kanunsuz uygulamalara, akılcı da olabilir, bir gerekçe mutlaka bulunabilir. Ama bir devletin gelişmişliği de çıkardığı kanunlara sahip çıkmasında (hukuka saygısında) değil midir? Ve çağdaş devletin yönetim becerisi, hukuka uygun kanun çıkarmakta ve bu kanunları adaletli, genel, objektif, yansız olarak (hukuk başlangıcı dersini hatırladım) uygulayabilmekte yatmakta değil midir? Yoksa birbirimiz mi kandırıyoruz veya birileri bizi mi kandırıyor? 04.01.2012