Hatırlanacağı üzere ABD Başkanı George W. Bush, 11 Eylül saldırılarının ardından yapmış olduğu konuşmalarda, `herkes seçimini yapmalı. Ya bizim ya da teröristlerin yanındasınız` mesajını vermiş ve `terörle mücadele`de ABD`yi kayıtsız şartsız desteklemeyenleri düşman ilan etmişti.
Dünya devletlerini, arogant bir Roma İmparatoru edasıyla, ben merkezcil bir tek taraflılık üzerinden kategorize eden bu otokrat bakış açısının, giderek daha fazla ölçüde çok taraflılığa dayanan uluslararası arenada tepki görmesi kaçınılmazdı. Üstelik bu dışlayıcı bakış, `dostumsun veya değilsin` yerine `ya dostumsun ya da düşmanım` gibi karşıtlığın bile çok ötesinde kurgulanmış, kontrast bir mantık üzerine bina edilmişti. Bu nedenle içinde barındırdığı totaliter özün, ara görüş farklılıklarını reddettiği ölçüde, demokratlığı giderek daha fazla önceleyen zamanın ruhuna ters düşmesi doğaldı. Bu durum ABD yönetiminin iç ve dış kamuoyunda giderek yalnızlaşmasıyla sonuçlandı. Beyaz, Anglo-Sakson ve Protestan (WASP) özelliklere kümülatif olarak sahip olmayan ve ailesinde Müslümanların yer aldığı bir siyahın ABD`nin 44. Başkanı olarak seçilmesini, bu yalnızlaşma sürecinin reaktif bir sonucu olarak okumak pekala mümkün. Sosyal ve siyasal olayları açıklamakta diyalektiğin ne kadar fonksiyonel ve operasyonel olabileceğine de böylece bir kez daha şahit olmuş olduk.
ABD`nin siyaset mantığı değişti mi?
İşte bu tarihsel arka plan üzerine ilk deniz aşırı ziyaretine başlayan yeni ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama`nin Ankara`yı da içine alan Avrupa gezisinde vermiş olduğu ve çok taraflılığa, barışa, müzakereye ve uzlaşıya vurgu yapan mesajlarının altının önemle çizilmesi gerekiyor. Çünkü bütün bu parametreler, tek kutuplu bir hiyerarşik askeri güç yaklaşımını esas alan Bush dönemi politikalarının anti-tezi olarak, farklı bir dönemin başladığını gösteren işaret fişekleri gibi. Buna karşın siyaset yapma mantığı ve üslubu bakımından ABD yönetiminde görülen demokratik farklılığın, AB`de gerçekleştiğini iddia etmek ne yazık ki henüz mümkün gözükmüyor.
Obama`nın, Türkiye`nin hızlı bir şekilde AB üyeliğine alınmasına yönelik yapmış olduğu çağrıya, AB`nin iki büyük devletinden gelen tepkiler, yaşlı Kıta`da halen Bush tipi siyasetin, ama bu defa Türkiye`ye karşı güçlü kültürel önyargılarla, egemen olmaya devam ettiğini gösteriyor. Bu durum AB`nin küresel ölçekteki devasa ekonomik cüssesine karşın siyaseten neden hâlâ güdük bir global aktör olarak kalmaya devam ettiğini açıklamada da hayli öğretici ipuçları sunuyor. Nitekim Türkiye`nin tam üyeliğine kesin bir dille karşı çıkan Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy ve Alman Başbakanı Merkel, bu konunun kendi iç meseleleri olduğunu, buna ancak kendilerinin karar vereceklerini ifade ettiler. Fransa`daki sağ hükümetin, sözüm ona solcu Dışişleri Bakanı Kouchner de Türkiye`nin AB üyeliğine ABD`nin karar vermeyeceğini ifade ederek, bu sağ-muhafazakâr popülist koroya şıpınişi katılmakta herhangi bir beis görmedi. Böylece kültürel önyargılar üzerinden bir Türkiye karşıtlığının Avrupa`lı kimliğinin inşasında birleştirici bir rol oynamasının Ortaçağla sınırlı kalmadığı gerçeği bir kez daha görülmüş oldu.
Rasmussen ve AB`nin tavrı
Eski Danimarka Başbakanı Rasmussen`in NATO Genel Sekreterliği`ne, haklı gerekçelerle karşı çıkan Türkiye`nin itiraz nedenlerini, kendileriyle eşit haklara sahip bir özne ve ortak olarak, anlamaya çalışmak ve müzakere etmek yerine, AB Komisyonu`nun genişlemeden sorumlu üyesi Oli Rehn eliyle bu Devlete gözdağı verdirilmesi, arkaik ve anakronik bir otoriter siyasetin AB`ye ne ölçüde hâkim olduğunu açıkça göstermesi bakımından son derece anlamlıydı. Böylece İttifak`a 1952`den beri üye olan bir devlet sıfatıyla NATO Genel Sekreterliği konusunda sahip olduğu söz hakkı hiçe sayılarak, kayıtsız şartsız Franko-Germen eksenine biat etmesi istenen Türkiye`nin, bu pozisyona AB üyeliği sopasıyla zorlanmak istenmesini içeren bir siyasanın ahlâki bakımından içerdiği zaaflar da ortaya çıkmış oldu. Hal böyleyken NATO zirvesinde kendilerine uyguladığı baskı nedeniyle artık Türkiye`nin AB üyeliğinden yana olmadığını ifade eden Kouchner`in açıklamalarını herhalde, psikoloji ilminin yansıtma mekanizması dâhilinde, örnek bir gönüllü vaka takdimi olarak incelemek yerinde olacaktır.
Türkiye`nin mezkur Genel Sekreter Adayı`na muhalefetinin kamuoyuna yansımasıyla, Avrupa genelinde aşırı sağcıların ve fanatik Hıristiyanların bir araya gelerek Rasmussen`e cansiparene destek vermeleri, konunun, kültürel ayrımcılıkla ilgisi olmayan basit bir ifade özgürlüğü meselesi olmadığına da delalet ediyor. Aşırı sağcı Danimarka Halk Partisi`yle ittifak içerisine giren, Türkiye`nin AB üyeliğine kültürel gerekçeler üzerinden şiddetle karşı çıkan, terör örgütüyle organik ilişki içindeki Roj TV`nin yayınına göz yuman, Hz. Muhammed`i sarığında bomba bulunduran biri olarak tasvir eden karikatürleri ifade özgürlüğü bağlamında gören Rasmussen`in, kişisel vasıfları ve sicili itibariyle, NATO Genel Sekreterliği görevinin gerektirdiği, birleştirici ve uzlaştırıcı bir demokrat siyasi figür olmadığı çok açık. Konunun ifade özgürlüğü bağlamındaymış gibi gösterilmesi ise, mahut özgürlüğün, konjonktürel bağlamının sınırları içerisine kendi fikirlerimiz yararına hapsedilip, temel hukuksal özünün göz ardı edilmesi anlamında, meselenin saptırılmasından başka bir şey değildi. Çünkü şiddet teşviki ve tahriki ile kutsal değerlerin incitilmesi demokratik hukuk devleti düzenlerinde koruma görmeyen eylemlerdir.
Neden ifade özgürlüğüne girmez.
Nitekim insan hakları konusunda Avrupa kamu düzeninin temel kurallarını belirleyen AİHM`nin yerleşmiş içtihatlarına göre, ne terör propagandası yapmak ne de dini duyguları rencide edici yayınlar, AİHS`nin ifade özgürlüğü içerisinde kabul edilir. Mahkemeye göre, şiddeti tahrik ve teşvik eden düşünce açıklamalarının yasal korumadan faydalanması, demokratik sistemin özüyle bağdaşmadığından, ifade özgürlüğünün terör propagandasıyla sınırlandırılması, çoğulcu demokratik rejimin gereklerine uygun bir tasarruftur. Bu teorik görüşe koşut olarak verdiği örnek bir kararında Mahkeme, şiddet teşvikine yer veren beyanları nedeniyle Sürek`in Türkiye tarafından cezalandırılmasını, AİHS`nin 10. maddesinde yer alan ifade özgürlüğünün ihlâli niteliğinde görmedi (case of Sürek v. Turkey, No. 3; Application no.24735/94; 8 Temmuz, 1999). Aynı şekilde Murphy-İrlanda, Arslan-Türkiye ve Otto Preminger Institute-Avusturya davalarında başkalarının din ve inançlarına saygısızlık eden veya zarar veren ya da onları aşağılayıcı bir şekilde eleştiren ifade şekillerinin yaptırıma tabi tutulmasını, AİHS`nin ifade özgürlüğüyle ilgili düzenlemelerine uygun buldu (case of Murphy-Ireland; Application no. 44179/98; 03.12.2003; case of Arslan v. Turkey; Application 42571/98; 13.09.2005; case of Otto-Preminger Institute v. Austria; Application 295-A; 20.09.1994).||Çünkü Mahkemeye göre, AİHS`nin 10. maddesinin 2. fıkrasındaki inanç ve ifade özgürlüğünün bir takım görev ve sorumlulukları da beraberinde getirdiği açıktır. Dolayısıyla demokratik bir toplumda ifade özgürlüğünün, getirmiş olduğu hak ve yetkiler yanında görev ve sorumluluklarla birlikte bir bütün olarak yorumlanması gerekiyor. Bu bağlamdaki yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerin, ifade özgürlüğü korumasından yararlanmaları da söz konusu olmayacaktır.
Hocam değindiğiniz konu diğer kişilerinde mutlaka değinmesi gereken bir konu.Çok güzel ele almışsınız bu anlaşılması zor konuyu hocam.Başarılarınızın ve makalelerinizin devamını dört gözle ve sabırsızlıkla bekliyorum hocam.