Yakın, uzak yada eski olsun tarihimizle ilgili dar çerçevede birazda gizliden gizliye farklı anlatımlar duymuşuzdur. Ben bu anlatılara “yastık altı tarihi” diyorum.
Bu “yastık altı tarihi”,
zaman zaman bazı Cesur Kalem Şövalyelerince yazıya dökülüp genelin haberdar olacağı bir gerçekliğe büründürülmüştür. Bu Cesur Kalem Şövalyeleri, bu eylemlerinin bedelini hayatlarını zindanlarda geçirerek ödemişlerdir. Bunlardan en büyük ve en etkilisi, geldiğim ortamda “üstat” diye isimlendirilen, Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın Dersim’le ilgili açıklamalarında meşhur eserinden alıntılar verdiği büyük yazar, düşünür ve şair Necip Fazıl Kısakürek’tir.
“Yastık altı tarih” anlatımlarının bir Başbakan tarafından resmi ağızla dile getirilmesi bu anlatımların gerçekliğini doğrulamıştır. İlk defa bir Başbakanın devlet adına özür dilemesi de elbette tarihimiz açısından yeni ve büyük bir olaydır.
Ancak, bu açıklamalar, hükümetin tarihe bu yaklaşımı, anlatıla gelenleri resmileştirmek dışında pekte bir şey değiştirmemiştir.
Üstat Necip Fazıl, “Son Devrin Din Mazlumları” adlı eserinde yakın tarihimizle ilgili daha bir çok konuyu inceler ve açıklığa kavuşturmaya çalışır. Dersim olayının dışında şapka devrimiyle ilgili idam edilen İskilipli Atıf Hoca, bir saf ve genç subayın kurban edildiği Menemen olayı, Bediüzzaman Said Nursi ve Süleymancılar cemaatinin kurucusu Süleyman Efendinin(Süleyman Hilmi Tunahan) mazlumlukları ayrıntılı olarak anlatılır. Dersim olayı bu ülkenin gerçeği olduğu gibi Menemen olayı da, İskilipli Atıf Hocanın idamı da, Said Nursi Hazretlerinin sürgün ve zindanı da bu ülkenin gerçeğidir. Madem bir gerçeğin aydınlatılmasından başlandıysa devamına da gidilmelidir. Bu ülkenin dindar camiasından da devlet özür dilemelidir.
Muhtemelen hükümet bunları ‘İstiklal Mahkemeleri’yle gündeme getirecektir. Dindar kesimde yıllarca işkillenerek anlatılan bu gerçeklerin resmi ağızlarca ifadesi onlara bir manevi rahatlık verecektir.
Lakin, “Yastık Altı Tarihi” ve Cesur Kalem Şövalyelerinin yazıya döktükleri bilgiler yoluyla bir çok insanın bildiği bu gerçeklerin devletçe gerçekliklerinin ifade edilip gerektiğinde özür dilense de içinde bulunduğumuz mevcut şartlar düşünüldüğünde dindarlar açısından fazla bir şey değiştirmeyecektir. Belki yıllarca biriken manevi sancılar bebeğin gazının alınması benzeri dindar kesimi rahatlatacaktır.
Velev ki dindar kesim yeni nesline yeterli dini eğitim veremiyorsa, başörtüsü hala bu insanların büyük bir sancısıysa, onca modern cemaat okullarına rağmen kendi İslam kültürünü topluma yaygınlaştıramıyorsa, gazete radyo televizyon genel isimlendirmeyle medya hala bu millete batı kültürünü gözünün içine içene dayatıyorsa, dindarlar açısından geçmişin haksızlıklarının resmi ağızlarca dile getirilip doğrulanması, geçmişle teselli edilmenin dışında sizce neyi değiştirir yada değiştirecektir?
Ha bu bir başlangıçtır; zamanla devamı gelecek, işaret ettiğiniz değişiklikler gerçekleşecektir diye itiraz edilebilir. Elbette her şey bir tedrici zaman içerisinde gerçekleşir. Bu, sürece başlangıç ise yanlış yerden başlandığını düşünüyorum. Ata sahip olmadan yolculuk yaptığını hayal etmenin bu yolculuğu ne kadar gerçekleştirme ihtimali vardır?
Şöyle bir hikayeyle sözü bağlayalım: Bir zamanlar bir köy ve bu köyün bir ağası varmış. O zamanlar ağasız köy olmazmış. Ağamız ağa ancak zalim bir ağadır. Yüzlerce haksızlık yapar; bir çok insanı mazlum konumuna düşürür. Zaman geçer asır başkalaşır köyde herkes bir anlamda kendi kendinin ağası olur. Ancak köylü vatandaşın zihninde ağalık düşüncesi tamamen kalkmaz. Ağanın torunlarına karşı hala bir ayrıcalıklı yaklaşım ve yüceltme vardır. Gün gelir söz sahibi torunlardan biri dedesinin zalimliğini yaptığı haksızlıkları açık açık dile getirir. Ağanın torunları insanların kendilerine karşı olan duygu, düşünce meyillerine ve dedelerinin geçmişte sağladığı aşikar bir ekonomik üstünlüğe sahiptirler. Bu durumda sizce ağanın torununun dedesinin zalimliğini açıklaması anti demokratik zihniyete sahip bu köyde neyi yada neleri değiştirir?