Merve Kavakçı ve Mehmet Haberal arasındaki 7 fark
Aslında uzun zamandır, daha doğrusu seçim döneminden beri yazmayı planlıyordum. Kısmet bugüneymiş. Biraz üst üste geldi aslında.. Markar Aseya’nın “Sarı Eylem” yazısının üzerine ertesi gün Palçiçek İlter’in programına konuk olan Merve Kavakçı’yı dinleyince artık içimdekileri dökmenin zamanı geldi diye düşündüm…
Şimdikiler gibi, ben üniversite yıllarımda zorluk yaşamadım. Okul bittikten sonra iş hayatına başlarken kazın ayağının öyle olmadığını anladım. Her başvurduğumuz yer bizi kabul etmiyordu. Mütedeyyin müesseler ise çok az ücretle çalıştırıyorlardı. Zaten o zamanlarda kâr payı esasına dayanan bankalarda çalışmanız imkânsızdı. Başörtülü olsun, başı açık olsun kadın çalıştırmıyorlardı.
Okul bitti ve açıkta kaldım. Başörtümden hiç taviz vermeye niyetli değildim. Onu bedenimin herhangi bir uzvu olarak görüyordum ve sıkı sıkı sarılıyordum. O zamanlarda küçük gazetelerde yazılarım çıkıyordu. Belki de başörtülü en geç yazar bendim fakat şimdiki kadar ilgi çekmiyordu ve hatta aslına bakarsanız ilgi çeksin de istenilmiyordu.
Bir dönem dizgi operatörlüğü yaptım fena sayılmazdı aslına bakarsanız aldığım maaş. Ama sonra yedi kişiden oluşan bayan birimimizi kapattılar. Akabinde aynı kuruluşun dershanesinde beni yeniden işe aldılar. Aynı şekilde dizgi operatörlüğü yapmaya başladım. Dershane yayınları için.. İşte ilk yasak o zaman gelmişti. Dershanelerde çalışanların başlarını açmaları gerekiyordu. Benimle konuştular ve hiç tereddüt etmeden çalışmayacağımı söyledim. Başörtümsüz asla! Çünkü o kimliğimin bir parçasıydı. Onsuz ben çıplak gibiydim. O sadece bedenimin bir bölümünü örtmüyordu. Kemik ve kaslarımı sarıp örten tenim gibi beni dış etkenlerden koruyordu.
Sonra çalıştığım yerler pek parlak olmadı. Yeteneklerime, bilgime, çalışkanlığıma çabuk öğreniyor olmama rağmen doğru dürüst bir işim olamıyordu. Eli ayağı düzgün yerlerde çalışmak istiyordum ama hiç şansım yaver gitmiyordu. Kadın olmak ve başörtülü olmak çemberi iyice daraltıyordu.
Orada burada derken altı yıl geçti. İngiltere’nin ikinci yılını başörtüsüz tamamladım ve Türkiye’ye Oxfort’tan aldığım şapkamla döndüm.. O da pek fazla duramadı kafamda..
Bütün bunları niye anlatıyorum? Birazdan söyleyeceklerimin mütedeyyin ve tesettürlü bir geçmişten gelen birinin ağzından çıktığını bilmenizi istediğim için..
Bu ülke bir dönem Kur’an kurslarınını kapatıldığı, gizli gizli insanların Kur’an okumayı öğrendiği, Kur’anın tefsirini yazıyor diye kişilerin ölene kadar sürüm sürüm süründürüldüğü, hatta öldükten sonra bile rahat bırakılmadığı, eşi başörtülü olduğu için “hain” damgasıyla ordudan atılan rütbeli askerlerin olduğu, imam hatiplilerin başka üniversitelerde okuma hakkının elinden alındığı, Ali Kalkancıların, Fadime Şahinlerin, Aczmendilerin senaryolarının yazılıp, oynatıldığı ve bu bahaneyle 28 Şubat’ın yaşatıldığı bir ülke… ve dindar insanlara zulmün en alâsının yapıldığı ve yapılan tüm zulümlere haklı(?) kılıfları bulan bir grup insanın hâlâ var olduğu bir ülke…
Seçimlerde, içinde çok sevdiğim yazarların da olduğu bir grup “Başörtülü aday yoksa, oy da yok” platformu oluşturdular. İlk duyduğumda “bunu nasıl yaparlar!?” şaşkınlığında içsel bir tepki verdim. Bunun her şeyi baltalamak olduğunu düşündüm. Aslına bakarsanız bu çok haklı duruşta yerimi alamadım. Çünkü hâlâ farklılıklarla yaşamasını hazmedemeyen o bir grup insanın varlığını iliklerime kadar hissediyorum. Taylandlı küçük rahipleri ilgiyle izlerken, Fatih Çarşamba’da küçük cübbesiyle gezen çocukları göndüğünde ayılıp yapılan insanların varlığı beni demokrasi, bireysel hak ve özgürlükler açısından tedirgin ediyor.
“Kürt sorunu kadar başörtülülerin sorunları üzerine gidilmiyor, onlardan oy alıyorsunuz ama onların sorunlarını öteliyorsunuz” söylemleri bana çok akılcı gelmiyor. Belki de son derece yanlış bu şekilde bir sıralama ya da kıyaslama.. Eş zamanlı gitmesi mümkün görünmüyor aslına bakarsanız.. Çünkü bu toplu bir zihniyet evrimleştirilmesi.
Kız arkadaşımın annesi geçen sene başörtüsü takmaya başlamış. Annesi ile görüşmüyor. Çünkü “eğer onu bu hali ile kabul edersem beni yetiştirdikleri Cumhuriyet ilkelerine karşı gelmiş olurum. Ne yani hepsi yalan mıydı? Beni büyüttükleri, inandığım her şey yalan mıydı!” diyor. O da klasik öğretiyi tekrarlıyor, “köyde babaannem başını örterdi, ama türbanlı değildi!”
İşin garibi başörtüsünden zerre kadar haz etmeyen herkes sırf Tayyip Erdoğan’ı ve seçmenlerini yaralamak, bölmek adına bunu kurcalayıp duruyorlar. Yoksa onların derdi gerçekten başörtüsüne özgürlük filan değil. Maksat bağcıyı dövmek.
Aile adeti midir, yoksa bizim oralara has bir şey midir bilmiyorum ama bizler evimize gelen misafiri kendi yatağımızda yatırırdık. Kızımıza eşiyle iyi geçinmesi için alttan alması gerektiğini tembihlerdik. Nazımız önce sevdiklerimize geçerdi ve onlardan ikili ilişkilerindeki problemleri halletmeleri için fedâkarlıkta bulunmalarını isterdik. Bencilliği değil sencilliği öğütleyen bir yaşamımız vardı.
Tayyip Erdoğan bugün bu sorunu öteliyor gibi gözüküyorsa altında bu duyguların varlığını hissediyorum. Sistemi oturtmak için sevdiklerinden fedakârlık yapmalarını bekliyor olabilir. Çünkü bu 8 buçuk yıl kendisine ve yakın arkadaşlarına süikast girişimleriyle ve dininin gereğini yaşamak isteyenleri bahane ederek darbe üzerine darbe planları ile geçti ve hâlâ da geçiyor.
Türkiye, demokrasi yolunda herşeye rağmen çok fazla yol kat etti. Kürt açılımı, alevi açılımı, vs. Hiçbir şey ne eskisi gibi ne de tam rayına oturmuş halde.
Başörtülü milletvekili seçilmiş olsaydı ne olacaktı? O milletvekili meclise girebilecek miydi?
Bugünlerde herkes Merve Kavaçı ile Haberal’ı veya Balbayı kıyaslıyor.
Bugün darbe zanlılarına yardım ve yataklık iddiası ile tutuklu yargılanan, sunuculuğunu Kanal B (Mehmet Haberal’ın televizyonu) Genel Müdürü Nahit Duru’nun yaptığı programın reklam arasında Duru’nun programa konuk olarak katılan Kemal Kılıçdaroğlu’na Mehmet Haberal’ın kendisine “Bunların (Ak Parti) oylarını azaltacak her türlü p..ştluğu yap” dediğini söylediği, kendi üniversitesi olan Başkent Üniversitesi’ne verilen kredilerde 27 milyon dolarlık usulsüzlük tespit edildiği Mehmet Haberal’ın meclise girememesiyle; başörtülü, arkasında 300 bin seçmenin oyunu almış birinin meclisten yaka paça çıkartılması bir miydi?
O zaman kaç kişi Merve Kavakçı’nın arkasında durabilmişti? Bu kadar çok oy aldığı halde? Bence çok fazla bir şey değişmedi Türkiye’de. Değişecek elbette ama istikrarla ve yavaş yavaş…
Ve bu değişimin ilk adımı “hazmedilmiş” sivil bir anayasa olacaktır.