24. Dönem Milletvekili Genel Seçimleri süreci, resmi kesin sonuçların 22.06.2011 tarihli Resmi Gazete’de yayınlaması ile tamamlandı. Ancak, her seçim sonrasında alışık olduğumuz üzere, bugün Hükümetin kuruluşu ile ilgili konuları değil, “tutuklu bulunan ve milletvekili seçilen” kişilerin durumları konuşuluyor…
2007 yılında, Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolmasından sonra yapılması gereken ve AK Parti’nin Abdullah Gül’ü aday gösterdiği Cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili olarak, TBMM’de bir “367” saçmalığı yaşanmıştı! Meclis İçtüzüğü’ne göre, Cumhurbaşkanı Seçiminin yapılacağı oturum için “toplantı yeter sayısı”nın aranması (ve bunun için yoklama yapılması) şartı bulunmamasına rağmen, eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun, “Cumhurbaşkanı seçiminin ilk turunda seçilecek olan adayın en az 367 oy alması şartı bulunduğundan, bu oturumun geçerli olabilmesi için salonda en az bu kadar üyenin hazır olması gerektiği” şeklindeki görüşü doğrultusunda ülkede yoğun tartışmalar yaşanmıştı.
Neticede, ülkemizdeki “Yargı Mabetleri”nden biri olması gereken, “Anayasa Mahkemesi” gibi bir yüksek hey’et, CHP’nin “oylamanın yapıldığı oturumda, salonda 367 üyenin bulunmadığı iddiası ile açtığı davada, bu görüşü benimsedi ve Cumhurbaşkanı seçimi için ilk oylamanın yapıldığı 27 Nisan 2007 tarihli TBMM oturumu için iptal kararı verdi!
Hatırlanacağı üzere o günlerde, hiç kimse, Anayasa Mahkemesi’nin, “herhangi bir görevi ve yetkisinin bulunmadığı” bir konuda almış olduğu böyle bir kararın, “milletin hür iradesine müdahale” anlamına geldiğini düşünmek istememişti! Aradan yıllar geçtikten sonra, tüm bu olaylarda, ordu üst kademelerinin müdahil olduklarının ortaya çıkması ise, ayrı bir hazin durumdur.
Şimdi de, “milletvekili adayı olmalarında sakınca bulunmadığı” için, YSK tarafından 29.04.2011 tarihinde Resmi Gazete’de ilan edilen “Milletvekili Kesin Aday Listeleri”nde adları yer alan ve sonra da seçilen, Ergenekon ve Balyoz davalarından tutuklu bazı isimlerin serbest kalmaları ile ilgili saçma bir süreç yaşanıyor.
YSK tarafından, milletvekili kesin aday listelerinin Resmi Gazete’de yayınlandığı 29.04.2011 ile, seçimlerin resmi kesin sonuçlarının Resmi Gazete’de ilan edildiği 22.06.2011 tarihleri arasında, herhangi bir adayla ilgili olarak, “milletvekili olmaya engel” bir halin vukubulması durumunda, o aday hakkındaki işlemler (konuyla ilgili kesinleşmiş yargı kararına dayanılarak), YSK tarafından yapılması gerekir. Sanırım, Hatip Dicle’nin durumu böyle bir durum arz ediyor.
Ancak, seçimlerin kesin sonuçlarının resmen açıklandığı güne kadar, haklarında “milletvekili olmaya engel” kesinleşmiş bir yargı kararı bulunmayan ve seçilen adaylar, seçim sonuçlarının Resmi Gazete’de yayınlandığı gün, başkaca işleme gerek olmaksızın serbest bırakılmalıydılar!..
Kısacası, tutuklu adayların, mahalli Seçim Kurullarından aldıkları “Milletvekili Mazbatalarını” İnfaz Savcılarına ibraz ettiklerinde derhal tahliye edilmeleri ve keyfiyetin, bir yazı ile ilgili mahkemelere bildirilmesi yeterli olmalıydı.
Aksi halde, seçilen milletvekillerinin yargılanmakta oldukları mahkemeler, “milli irade üzerinde söz sahibi olmuş” olur ki, böyle bir durum hiçbir bakımdan kabul edilemez!
Eğer Türkiye’de yürürlükteki kanunlar, bugün için buna müsaade etmiyor ise (Ki, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu 1’inci Daire Başkanı İbrahim Okur’un bu yönde bir açıklaması var), demokrasi ve evrensel hukuk açısından çok önemli bir sorun var demektir. Böyle durumlarda, Anayasa’ya göre, Türkiye’nin bir “kanun devleti” değil, bir “hukuk devleti” olduğu gerçeğinden hareketle, yüksek yargının “acil” olarak bir içtihat yapması, akabinde de Meclis’te siyasi ve hukuki bir çözümün üretilmesi gerekiyor.
Öte yandan, “milli irade” ve toplumdaki “adalet” duygusu üzerinde son derece ağır bir darbe anlamına gelebilecek böylesine hassas bir konunun, bazı politikacılar ve basındaki bazı kalemler tarafından hoyratça polemik konusu yapılması da çok üzücü bir durumdur.
Tüm bu hadiselerin müsebbibi olarak (en büyüğünden en küçüğüne kadar) tüm muhalefet tarafından, neredeyse sadece iktidarın suçlanması da üzerinde düşünülmesi gereken bir başka husustur. Tutuklu milletvekillerinin, “AK Parti Hükümeti tarafından mahkemelere yapılan baskılar” nedeniyle tahliye edilmedikleri şeklindeki iddialar karşısında, Hükümet ve AK Parti cenahlarından kayda değer açıklamaların yapılmaması da dikkat çekiyor.
Halbuki, tutuklu milletvekillerinin tahliye taleplerinin reddina dair yargı kararlarında Hükümetin bir etkisinin olması oldukça “zayıf” bir ihtimal olarak görünüyor. Ancak, eğer Hükümet’in bu konuda gerçekten bir dahli yoksa, bunun, bir an önce ve çok daha etkili bir şekilde halka anlatılması gerekiyor…
Başbakan Erdoğan’ın, Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin toplantısında yaptığı konuşmada söylediği “Biz, milli irade üzerindeki her türlü vesayete karşıyız” ifadesi, mevcut somut gerçeklik karşısında fazla soyut kalmıyor mu? Öte yandan, bugün akşam satlerinde, MGK toplantısı sonrasında geldiği Meclis’te gazetecilerin sorularını cevaplandırırken söylediği “…. bu tip sıkıntıların olabileceğini bilerek bu adımı attılar. Başka aday mı bulamadılar?” ifadesi ile devamında, “…. şu anda yargının kararı neyse herkes ona saygı duyacak.” demesi de gerilimi azaltıcı bir etki yapmayacaktır.
2007’deki Cumhurbaşkanlığı oylaması ve şu anda gündemde bulunan tutuklu milletvekillerinin tahliye edilmemeleri gibi konular, Türk yargı sisteminin, siyasi alana müdahale ettiğini ve bu hali ile çağın gerisinde kaldığını gösteriyor. Bu arada, Anayasa’nın 79. maddesindeki, “Yüksek Seçim Kurulunun kararları aleyhine başka bir mercie başvurulamaz.” hükmüne rağmen, YSK’nın Hatip Dicle kararına karşı Anayasa Mahkemesi’nde dava açılmış olması da son derece manidar bir girişimdir.
Sürekli olarak, Yargı’nın bağımsız olmadığından ve siyasallaştığından yakınılan bir ülkede, Yargı kurumlarının da bu derece siyasi alana müdahale etmeleri ve hele hele bir de bunu, “militarist” ya da “siyasi” etkiler altında yaptıklarının zaman içinde ortaya çıkması, kamu vicdanında onulmaz yaralar açar…