İnsanlığın büyük yazgısı… İki lokma ekmek parası ve çevremize çöreklenen terörle savaş belasından kurtulmak adına sınırlar aşılan, uğrunda ana, baba, kardeş ve sevgililer terk edilen, yanık türkülerimizin vazgeçilmezi göç.. Ve gidilen diyarda bilinmezlik içinde ürkekçe yaşanan yalnızlığımız…
Mahallemiz, altmışlı yıllarda şehrin oldukça uzağında yeni oluşan bir varoştu. Sokaklarımızda asfalt yoktu ama siyasi partilerin at ve altı oklu bayrakları her tarafı süslerdi. Su varillerinin yanında harçların içinde yoğrulan kazma ve küreklerin sesine kulak verir, yoğrulan harçları, zabıtaların görmemesi için örtülen brandalar gizliliğinde duvarla buluşturulmasını izler, sonra da bir sabah uyandığımızda mantar gibi çoğalan kerpiçten derme çatma gecekondudaki yeni komşularımızla tanışırdık. İçme suyu en büyük sorundu. At arabasıyla teneke içinde su satan Ali amcanın getirdiği sudan, kana kana içerdik. O da evimizden biriydi. Esmer, gözleri mavi ve çakmaktı. Avurtlarının çöküklüğü çok sigara içmesinden belliydi. Kararmış yüzünün ardındaki ensesi tıpkı bir filin derisi gibi kare kare ve pürüzlüydü. Samandan içi dolu kırmızı desenli yastıklı sedirde ayaklarını uzatarak oturup, karnına çektiği diğer dizi üstündeki çayı dökmeden höpürdeterek içmesini ilgiyle seyrederdim. Ah! Komşularımız.. Hele sen Meliha teyzemin beyaz tenli Bediası, benim küçüklük sevgilimdin. Annen nasılda sıkardı tombul yanaklarımı, hem de canımı acıtırcasına.. Ya babası? Oda her zaman gördüğüm kısa kollu atletinden taşan beyaz kılları kıvırcıktı. Odası siyah beyaz renklerle bezenmişti. Radyosunun başında “Gooool…” diye bağırıp havaya sıçradığında, nasılda korkardık. Hele seni unutur muyum, Arap Hasan, ilk çocukluk arkadaşımdın. Seninle birlikte kiraz ağacının tepesinde nasıl da özgürdük. Kulağımıza taktığımız kirazlar nasıl da güneşte parlardı… Bahçemizdeki kümes tellerinden saz yapar, sonra da aşklarımıza serenat yapardık müziğin en güzel namelerinde. Ahh! Ahh!… Ekranın bilinmezliği ve, radyomuzun yanıp sönen yeşilliğinde balkonumuzda babamla komşularımızın yaptığı sohbetler ile bahçemizdeki değişik çiçekler üstünde dolaşan böceklerle kelebekleri kovalayışımız, bir de kurbağaların vıraklamalarına aldırış etmeden gecenin karanlığında korkmadan saklambaç oynayıp sonra da enerjimizin doruklarına ulaşarak yorgun düşen bedenimizi kedi kıvrımında olduğumuz yerde uykuya bıraktığımız günler hiç unutulur mu? Banyoların küvet ve alafrangalığını bilmezdik. Yaz geldiğinde bahçeye kurulan geniş teneke leğenin içinde, tüm çıplaklığımızla suyun içindeki sabunun kayganlığı ile oyun oynar, su sıçratmalarla, annemizin şakadan şaplağını bacağımızda hissederek paklanırdık. Gecekonduda komşuluk ilişkileri farklıydı. Kış geldiğinde hep birlikte el atılırdı kömür ve odunların yüküne, salça, tarhana ve eriştenin hassı hep birlikte yoğrulurdu ocakların başında… Ah ne güzeldi o yılların komşuluğu, yemekler ve börekler hep birlikte paylaşılırdı bereketli soframızda. Komşulardan gelen tabaklar da öyle boş olarak geri gönderilmezdi.
Ve gecekondundan göz yaşları ardında başka diyarlara göçtüğümüz yıllar.. Bir kamyonun üstüne sıkıştırılmış eşyaların arasında göz ucuyla baktığım gerideki anılarımın nokta gibi kayboluşu… Kamyonun kasasından yüksek binaları ilk kez görüyordum. Altı katlı sarı binanın mermer tabelasında, “ 1957” yılı yani ablamın doğum tarihi ile “Levent” yazısını babama sorarak, ‘ne anlama geldiğini’ öğrenebildim. Kiralık tuttuğumuz evimiz apartmanın son katı, sanki gökyüzüyle birleşmişti. Balkonundan aşağıya baktığımda gecekonduda gördüğüm insanlar, küçücüktü. Komşularımızda öyle etrafta dağınık değildi, bir apartman içinde onlarca ev sıkıştırılmıştı. Her şey durağındı. Gecekondu daki gibi özgürce koşmak yoktu. Adımlarımız sanki evin içinde karınca inceliğindeydi. Artık gürültü yapmayacağımız, kirazlar gibi kulağımıza küpe olmuştu. Eşyalarımızın yerleştirilmesiyle, gecekonduda üstünde yıllardır yemek yediğimiz tahta ve sarı boyalı masamız doğrusu balkonumuza daha çok yakışmıştı. Artık küçücüktüm büyük apartmanlar arasında, cicili çocuklarda ne temizdi. Bir başkaydı asfaltlı yollar. Hele pencereden uzanan anneler, şalvarsız, bakımlı ve bukleliydi saçları. Topaç, naylon top ve yirmi beş kuruşluk gazozların sıktıran asitliğinde ne güzelde oynardık kuşların cıvıltılı o güzel baharında…
İşte hayatımın askerden sonraki ikinci göçü… Yüreğimi burkan ve bir bilinmeye doğru yolculuğum…
Otobüsümüz gecenin karanlığını yararak, yol çizgilerinin bitmezliğinde ilerlediğinde, gurbetteki yalnızlığımın geleceğini de kestiremiyordum. Güneşin bir bebek tazeliğinde doğan ışıklarını, Karadeniz’in hırçın suları üstünde dans ederken gördüğümde, Ordu Şehrine geldiğimi anlamıştım. Hani “Gurbet O Kadar Acı ki…” diye başlayan şarkımızı yazana da hak vermemek elde değildi.
İlk günlerde kaldığım üç katlı ve yeşile boyanmış otele, gece saat yirmi dörtten sonra girmek yasaktı. Oysaki Ordu’nun kordon boyu’ndaki en güzel saatleri geceden sonra başlardı. Ana ocağında kaldığım temiz ve ütülü çarşafların yerini, otelin kirli beyaza bürünmüş çarşafları almıştı. Odamın içinden denizin dalgalarını işitebiliyordum. Yatağımın hemen kenarındaki üstü aşınmış sehpanın üstündeki kireç tutmuş sürahi ve bardağından su içilecek gibi değildi. Kapağını açtığım elbise dolabı ise neredeyse elimde kalacaktı. Hele hele bavuluma özenle yerleştirdiğim elbiselerimi yatağımın altına sakladığım kırmızı leğen içinde yıkadığım otelin lobisini hiç unutamam. Ordu şehrine neden geldiğimi merak ettiniz değil mi? Hemen söyleyim. “Dizgi Operatörlüğü” desem, oda neymiş, diyenleriniz belki de olacaktır. Evet Ordu’nun sevilen ve en çok okunan mahalli gazetesi “Karadeniz 52” de, hani sıcak kurşunların matris baskısıyla satır satır dizdiği makinede ekmek parası için çalışmaya gelmiştim…
İnsanın sevdiklerini uzaklarda bırakıp gurbete göçmesi gerçekten kolay değildi. Geceleri olduğunda paylaşacağınız, hastalandığınızda size bir tas sıcak çorbayı vereniniz olmadığını düşünürseniz, sanırım ne demek istediğimi anlamışsınızdır. Ordu şehri Ankara gibi memur kenti olmadığından kiralık ev bulmakta oldukça güçtü. Altı ay kaldığım otelden sonra tuttuğum bir odalık evime, süpürgelikteki dostum olmasına rağmen geceleri geç gelmenin özgürlüğünü uzun süreler tatmıştım. Şimdi “Süpürgelikteki dostum” da kimmiş diyeceksiniz. Uzun zamandır arayıp da bulamadığım, ilk günler çok kızdığım ama daha sonra onun bir fare olduğunu anladığımda, ilerleyen günlerde yalnızlığımı paylaşan arkadaşım olacağını tahmin edemezdim. Sıkı dosttuk sıkı… Artık otelde kaldığım günlerdeki gibi öylesine hemen eve dönmek yoktu. Sevdiğimi, ay ışığının denize yansımasında ve kordon boyunun o güzelim ihtişamı arasında sabahlara kadar güneşin deniz üstüne akseden kızıllığında çay bahçelerinden gelen hasret türküleri arasında düşündüm…
Evet, denizi olan şehirlerde yaşayanlar şanslıydılar. Günün onca yorgunluğunu kordon boyundaki çay bahçelerinde, denize yakın kurulan masalarında bir yudum çayın tazeliğinde atmaları içten bile değildi. Bende, günün yorgunluğunu böyle atardım. Şarkıların namelerinde ve denizin o eşsiz dalgalarının çıkardığı sesler arasında sevdiğime yazdığım sayfalarca dolusu mektupların satırlarında hep hasret, umut ve gelecek vardı… Yaşam, şairin dediği gibi; ‘gülmek, ağlamak ve göçüp gitmek’ değil miydi?
Not; Bu öyküm, Seyrek Anam Evi Çalışma Grubu Kültür Yayınları’nın ”GÖÇ ÖYKÜLERİ” adlı kitabında yayımlanmıştır… Nisan 2011/ Derleyen Yılmaz Sunucu