Devlet denilen organ niye vardır? İktidar sahiplerinin sefahati için mi, yoksa o ülkeyi oluşturan insanların huzur ve sükûnu için mi?
Halkına zulmeden, vatandaşını katleden bir rejim meşru sayılabilir mi? Sadece ‘özgürlük’ istediği için halkını öldüren bir rejime sessiz kalmak; ahlâken, siyaseten hatta fıkhen mümkün mü?
Ne zaman sistemi ve iktidarın uygulamalarını eleştirirseniz, bazı tutucu ve çıkarcı çevreler, ‘şimdi zamanı’ değil gibi eleştiriler yöneltirler. Oysa ortada katil bir devlet var. Üstelik tek suçu; özgürlük, adalet ve insanca yaşamak olan insanları çoluk çocuk demeden katleden bir devlet.
Modernleşme eleştirisi yapıldığında, ‘sırası mı’ derler. Tüketim anlayışı eleştirilerine burun kıvırırlar. İktidarın hatalı davranışlarını eleştirenleri düşman gibi görürler.
Siyasi iktidarın, Libya konusunda yaşadığı gelgiti veya Suriye konusundaki sessizliği konusunda yapılan eleştiri veya girişimlere katkı vermedikleri gibi, yapılan çalışmaların seçim öncesi iktidarı yıprattığını iddia ediyorlar.
Bu çevrelerin temel hatası; icranın icraatını eleştirmek veya muhalefet etmekle, düşmanlık etmeyi birbirine karıştırıyor olmaları.
Eleştiri ile düşmanlığı birbirine karıştıran bu çevreler, aynı hataları başka bir iktidar yapsaydı, geçmiş örneklerde olduğu üzere sokaklara döküleceklerdi. Bu kimseler, artık bu ikircikli davranışlarının eleştirilmesine de tahammül edemiyorlar.
Nuri Pakdil’in “Bağdat’ın, -Şam’ın- dış haberlerde ne işi var?” sorusu, Bağdat’ın işgalinin Anadolu’nun işgali olduğunu, Şam’da katledilenin de Anadolulu olduğunu anlayamayanlarca, anlaşılabilir mi bilmiyorum.
1946’da bağımsızlığını kazanan eski vilayetimiz, 1971’den bu yana Esad ailesinin zulmü altında. Zulüm rejimi en büyük katliamını 1982’de Hama ve Humus’ta yapmış ve on binlerce insanı katletmişti.
Suriye’de ‘Nusayri’ olarak isimlendirilen Alevi rejimi, geçen sürede elini tetikten hiç çekmemiştir. Hapishanelerde kaç kişinin çürütüldüğü, kaç kişiye tecavüz edildiği, kaç kişinin katledildiğini bilmek neredeyse imkânsız. Yine Suriye’de, işkence ve ölümün girmediği bir ev bulmak neredeyse mümkün değil.
Suriyelilerin yaşadığı travmayı anlamak için, Mana Yayınları’ndan çıkmış ve gerçek bir hapishane öyküsü olan, ‘Salyanyoz’ adlı eseri okumaları yeterli olacaktır. Mustafa Halife, Fransa’da öğrenci Hıristiyan bir Arap. Bu Hıristiyan öğrenci Fransa dönüşünde ‘Müslüman’ olmakla suçlanıp hapse atılır. Bu eserde, 13 yıl süren hapis hayatında yaşadığı ve tanıklık ettiği akıl almaz işkence ve cinayetleri anlatıyor.
* * *
2011 Martının son günleri:
Ürdün sınırındaki bir kent olan Dar’a’da, 16-30 yaş aralığındaki gençlerin başlattıkları ‘özgürleşme hareketi’ dördüncü haftasına girdi.
Sadece ‘özgürlük’ isteyen bu genç kitleye, rejim silahla cevap verdi. Sayısı tam bilinememekle birlikte, aralarında altı aylık bebekten, 10-15 yaşlarındaki çocuklara kadar 500’den fazla kişiyi katletti. Ve on binlerce yaralı… (Hastaneye götürülen yaralıların da kolları ve bacakları kesiliyor…)
Buna rağmen, Suriyeli özgürlük savaşçıları hiçbir şartta silaha müracaat etmediler. Etmeyeceklerini de haykırıyorlar. Rejimin tüm kışkırtmaları ve vahşetine rağmen, elinde sopa bile olmayan bu kutlu direnişin, 30 yıllık Esad hanedanlığının sonunu getireceğinden şüphe yok.
Fıtratları değişen ve özgürlük için canlarını feda etmekten çekinmeyen Arap halkları, yabancı bir müdahaleyi de istemiyorlar.
Birkaç gün öncesine kadar, sadece ‘özgürlük’ talep eden bu güçlü kitle, artık sadece özgürlük değil, Esad’ın koltuk ve kellesini de istiyor.
Gelen her gün, -geçtiğimiz haftalarda hiç de ihtimal dâhilinde olmayan- Baas Rejimi’ni yolun sonuna getiriyor.
Üstelik bu katil rejimin son günü; İsrail ve İran’ın açık desteği, Türkiye’nin sessizliğine rağmen geliyor.
‘Allah! Suriye! Beşşar!’ diyen eli silahlı katil sürüleri mi, yoksa ‘Allah! Suriye! Özgürlük!’ diyen halk mı kazanır? Bunda tereddüt geçirmeye gerek yok. Nitekim tarih; ne kadar güçlü ve ne kadar merhametsiz olursa olsun, ‘özgürlük’ için ölümü göze almış bir toplum karşısında, ayakta kalabilmiş bir rejiminden söz etmez. Tarihten örneklere ne gerek var! İşte Tunus, Mısır ve Yemen…
Burada asıl şaşılması gereken, ilk yıllarında tüm Müslümanların dua ve desteğini almış, ancak bugüne gelindiğinde hayal kırıklığı yaşattığı için eleştirilen İran’ın, Müslümanlara yaşattığı travma. Suriye rejimi konusunda İsrail’le aynı safta olması, İran rejimine günah olarak yeter de artar.
Oysa aynı İran, Tunus ve Mısır ayaklanmalarını ‘devrim’ olarak nitelendirirken, Bahreyn’deki halk hareketlerini var gücüyle desteklemekte. Şimdi ise aynı İran, aynı özgürlükleri isteyen Suriyelileri ‘fitne’ çıkarmakla suçluyor.
Suriye’deki despotik rejimin, İran ve İsrail’in açık desteği ve Türkiye’nin sessizliğinden cesaret aldığı gayet açık.
Suriye rejiminin bu zulmüne, liderleri ellerinde olan Hamas ile Suriyeli bazı Aleviler de tepki gösterdiler. Müslüman toplumlardan bugüne kadar büyük destek alan Hizbullah ise, Suriye rejimini destekleme konusunda tereddüt etmedi. Bu üzücü destek, Hizbullah’ın kendi geleceğine sapladığı bir hançerden başka bir şey değil.
Timeturk’ün haberlerine İran ve Suriye IP’lerinden gelen yorumlar gösteriyor ki; İran’ın ve Hizbullah’ın Baas rejimine verdiği destek, Müslümanları mezhep kavgasına götürecek bir tehlikeli oyunun ayak sesleri olabilir.
Bu rejimlerin adamlarınca planlı olarak -aralıksız- gönderilen çirkin ve manipülatif yorumlarda; ABD’nin Irak’ta yaptıkları ile Suriye rejiminin yaptıkları mukayese ediliyor ve ABD’nin Suriye’yi de işgal edeceği palavrası dillendiriliyor. Bu aptalca yorumların, burada yaşayan gazeteci kimlikli Suriye rejiminin elemanları ile bazı yazarlar tarafından da yapıldığını görmekteyiz.
Önceki günkü katliamlarla ilgili, Dışişleri Bakanlığımız, dün gece yazılı bir açıklama yaptı ve sanki halk güç kullanıyormuş gibi, rejime ‘orantısız ve aşırı güç kullanma’ denildi. Kısacası, çok şey denilip, hiçbir şey söylenilmeyen rutin ve yasak savma kabilinden bir açıklama.
Oysa seçime giden bir ülkenin hükümeti, Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı çıkışı, Suriye içinde yapabilmeliydi.