Sabahları uyandığımızda gördüğümüz kâbus dolu rüyaların etkisinden, gün içinde korkuyoruz. Sevdiklerimize “ Seni Seviyorum” olan iki küçücük, fakat anlamı çok büyük sihirli sözcükleri, söylemekten korkuyoruz.
Korku salmış dört bir yanımızı…
Köşe başları tutulmuş canavarcasına… İnsanların ve ülkelerin parçalanmasından ürkmüşüz bir güvercinin bağımsızlığında…
Hayat korkutuyor gençleri, evlenecekleri ve sınava girecek körpecik beyinleri. Bırakın bu olumsuzlukları da, haykırın sevginizi en yakınlarınıza. “ Veren el, alan elden iyidir ve gül veren elde gül kokusu kalır” felsefesiyle, hem de karşılık beklemeden, yürekten ve derinden…
Siz, hiç mutluluktan uçar gibi olduğunuzda, ardından hemen üzüldüğünüz oldu mu? İşte acı ve mutluluk, birbirinden kopmayan önemli duygular. Hayatı gerçek kılan duygu değişkenliği. Yoksa acılar mı bizi olgunlaştırarak, mutluluk kavramının ne olduğunu bize öğretiyor?
Birçoğumuz bilinçaltımız ile küs yaşıyoruz, O güzelim hayallerimizi, içimizden fırlamak isteyen duygu ve isteklerimize cevap verebiliyor muyuz? Bu konuda kendinizi hiç yargıladınız mı? Veya bilinçaltınızla iyi bir arkadaş mısınız?
Hepimizi bir gelecek korkusu sarmış. İçimizdeki korkular hayatımıza ipotek koymuş. “Geçinemezsem”, “Ev sahibi olamazsam” veya “Çocuğumu okutamaz ve ona gelecek hazırlayamazsam” şeklindeki düşünceler bir virüs gibi beynimizi kemirdiği gibi, hücrelerimizi de didik didik eder. İşte, gelecek korkusunun düşünce yumağında strese girer, her tarafınızı heyecan sarar, gözleriniz donuklaşır ve kalp atışlarınıza ilaçlar bile fayda etmez. Oysaki bir saniye sonra ne olacağımız belli mi? Bilinçaltınızı sevin, ona böylesi olumsuz düşünceler yüklemeyin, yoksa sizden bir gün intikam almasını iyi bilir. Düşünebilir misiniz, bir saniye sonra alacağınız çok önemli bir kararla, belki de mutluluk yolunuz açılacak ve yaşam tarzınız değişecek. Neden geleceğinize kelepçe vuruyorsunuz?
Korkmayın! Yaşamın üstüne üstüne gidin. Hayatla ne kadar dalga geçersek, korkularımızda bulutların gökyüzündeki dağılışı gibi yok olacaktır. Önce içimizdeki korkuları masaya yatırmak ve gün ışığına çıkartıp, onların bodrum mahzeninde çürümesine izin vermeyin. Onu, sakın ola ki, içinizde büyütmeyin. Allah korusun, insanın içinde bir kaldı mı, kene gibi yapışıp, bir daha da kolay kolay dışarı çıkmaz. Onun için, korkularınızla yüzleşin ve sevin, sevdikçe yaşamı daha da kolaylaştıracaksınız. Hem kendiniz, hem de yanınızda yaşayan ve sizlerden sevgi bekleyen herkes için…
Çöl sıcakları beklentisi herkesi ürküttü. Beklentiler, korkuyu tetikledi. Acaba nefes almakta zorluk çekecek miyiz? Yoksa her şey buhar olup, kıyamet mi gelecek? Tenimizde tuz kalmayıp, eriyecek miyiz, diye Çarşamba beklendi.
Korkmayın!
Susuzluğu ve onun ardından gelebilecek hastalıkların salgınlığını düşünün, ama korkmadan. Haşerelerin yaratacağı salgın hastalıklara bugünden sıkı önlem alın. Zira son zamanlarda 17 vatandaşımızı keneden toprağa verdik. Çünkü korkunun ecele faydası olmayacak.
Şimdi, saldırın klimalara ve aspiratörlere! Enerjinin sıra dışılığında yaşayın. Sera gazlarını çıkarmaya devam edin ve gökyüzüne salın. Kutuplardaki buzulları eritin. … Para hırsıyla çevrenizi kirletin! Sularınızı boş yere akıtın! Doğa, sizlerden nasıl olsa bir gün intikamını yine alacaktır. Ne ekersen, onu biçersin sözünü boşuna söylememişler. Çevren çölleşmeye, sıcaklardan kavrulmaya, sellerden canını ve malını kaybettiğinde, fırtınalardan çatıların uçtuğunda, susuzluktan inim inim inlediğinde, sakın korkma!
Gelecek nesillere dengesiz bir dünya bırakacağınızdan korkun. Ve kızgın yaz sıcağında beyniniz sulanmadıysa, çukur güzlü, göbeği dışarı fırlamış, bir deri, bir kemik kalmış, Afrikalıyı hatırlarsan, sakın iskelet görmüşçesine korkma!.. “Varlığına güvenme bir kıvılcım yeter, güzelliğine güvenme bir sivilce yeter “ misali sende bir gün iskelet olabilirsin Türkiye çöllerinde. İşte bunlardan kork…
Korkularımız karmaşıklığında “ Dağcı “ hikâyesinin yüreğinizi ferahlatacağını düşünerek yazımı sonlandırmak istiyorum.
“ Dağcı, sert yamaçlı dağın hedefine öğle vakti varmış. Artık önündeki sınav ise, günbatımından önce yeniden aşağıya inmekmiş. İnerken güneşinde gittikçe alçalmakta olduğunu görmüş. Adımlarını hızlandırmış. Zaman ilerledikçe gün ışığı da gittikçe zayıflıyormuş. Güneş, ufkun ardında kaybolmaya yaklaşırken, dağcı korkmaya başlamış. Aşağıya inemezse, yarı yolda kalacağını ve çok zor durumda kalacağını düşünmeye başlamış. Hatta düşüp öleceğim, bile diyormuş. Sonunda güneş batmış. Dağcı, kendisini biranda zifiri karanlıkta bulmuş. Çaresizlik içinde tutunacak bir yer aramış. Kayalık yamacından uzanan bir dal bulup tutunmuş. Geceyi o dala asılı olarak geçirmiş. Korkudan donuk haldeymiş. Elini bıraktığında kayalıklardan düşeceğini ve parçalanacağına inanıyormuş. Sabaha kadar kabus içinde yaşamış. Her tarafını korku sarmış.
Sabahın ilk ışıklarında dağcı, gülmeye başlamış. Hiç de korkulacak bir durum yokmuş. Durduğu yerin on beş santim altında basabileceği bir kaya çıkıntısı varmış. Aşağı inse, geceyi çok rahat geçirecekmiş.”
Evet, bizlerin mutluluğu da, on beş santim ötemizde olmasın? Belki de korkusuzca aşılacak dağları aşmamıza engel olan kararları geciktirmede bilinçaltımıza ihanet mi ediyoruz? Umarım, hepimizin, korkularımızın esiri olmadan, onun bizleri yönetmesine ve hayatımızı mahvetmesine izin vermeden, tek düze hayat çizgisinden on beş santim öteye korkmadan atlamanız ve mutlu bir yaşam sürdürmeniz dileği ile