Neye inanıyorsan inan; istersen bir taşa inan. Ancak o taşı bana atma!
Din üzerinden bir tartışma yürütmeyi sevmem. Din, başta bir nas, bir inanç olması nedeniyle, inancın kendi dünyasındaki var oluş biçimleri üzerine rasyonel bir akıl yürütmenin pek doğru olmadığı kanısındayım. Bu yolun üzerinde, pozitivizme sapma tehlikesi vardır. Bilimle bir bağlantısı olan pozitivizmin bilimsel bir temsiliyetinin olmadığı son 50 yılda iyice açığa çıktı.
Ancak bundan, metafiziğin de dünyayı açıkladığı sonucu çıkarılamaz. Bilim, kendi yolunda kendini yanlışlayarak yürüyor. Metafizik de kendi alanında yürüyor.
Bu konudaki temel düsturum şudur: İnançlara saygı kadar, inançların da kendi aralarında karşılıklı bir saygıyı gerektirdiğini ve inançlı-inançsız tüm insanların kendilerini güvende görmelerini ve kendilerini özgürce ifade edebilmelerini savunurum. Bunun yolu, adalete ve vicdana çıkar. Toplumsal hayatta bunun yolu, demokratik devlete çıkar.
O halde, bu genel çerçevenin içi nasıl doldurulmalı?
Teorik olarak buna ilişkin güzel laflar edilebilir. Ancak benim üzerinde durduğum nokta, hayatta bunun karşılığının neler olduğudur.
Metafizik alanında yazılmış on binlerce kitabın temel sorularından biri, insan ve inancı arasındaki ilişki de esas olan nedir sorusudur.
İnsanın 5000 yıllık yazılı tarihinden veya özellikle tek tanrılı dinlerin ‘tecellisinden’ bu yana, insan ile inancı arasındaki ilişkide, insanın o inancı nasıl algıladığı, bildiği, yorumladığı esası oluşturur. Hangi inanç olursa olsun, o inancın yaşaması ancak ve ancak insanla mümkündür. İnsanla somutlaşan inanç, insanın somutuna göre şekillenir.
Elbette bir dinin kitabı, ibadet biçimleri, kültürü, ahlak anlayışı ve sosyal hayata dair genel kuralları vardır. O dinin bütün bu öğeleri bir ve tek olarak görünür. Yani bir İslam dini ve onun bir kitabı olan Kuran vardır. Her Müslüman, Kuran’ı referans alır. Ancak Kuran’a göre diye söze başlayan bir Müslüman’ın söyledikleri, yine Kuran’a göre diye anlatan bir başka Müslüman’ın söyledikleriyle uyuşmayabilir. Hatta birbirine ters de olabilir. Tek bir Kuran varken, neden Müslümanlar aynı konuda farklı düşünürler. Çünkü mesele, insan beyninin o Kuran’ı algılamasıyla ilgilidir. Bir Kuran vardır ama dünyada ne kadar Müslüman varsa, o kadar da Kuran anlayışı vardır! Anlatmak istediğim insan ve inanç arasındaki ilişki meselesi de budur.
Aynı Kuran kitabından bir Müslüman, pekâlâ uygulayacağı şiddet için gerekçeler üretebilir. Aynı Kuran kitabından bir başka Müslüman, barışın gerekçelerini üretebilir. Bu, o insanın kültürüyle, içinde yaşadığı hayatıyla ve özellikle de ideolojisiyle ilgili bir durumdur.
İşte işin önemli bir noktasına geldik: İdeoloji. Dini inancı için ideolojik mücadele verdiğini iddia edenler, gerçekte, dini inançlarını ideolojileri için kullanıyor olamazlar mı? Tarih, bunun örnekleriyle dolu. İşte tam bu noktada din, araçsallaştırılarak, o kişi ya da grubun dünyevi çıkarları için kullanılır hale getirilir. İnsanların uhrevi duygularını çıkarlar uğruna kullanmak; en büyük siyasal oportünizm, dinin siyasallaştırılmasıdır.
İnanç ile inancın siyasallaşması (bilinçli tezgâhtarlar hariç) ideoloji ile inanç arasındaki ayrımı bilmemekten ileri geliyor. İdeolojiler, inancın yerine geçirilerek veya inançtan ideoloji yorumları türetilerek, bir uygarlıklar çatışması teranesi ortaya atılıyor. Hâlbuki uygarlıklar çatışmaz, onlar rekabet eder ve birbirinden beslenerek gelişirler. Uygarlıklar insanlığın çatışma alanları değil, tersine, insanlığın gelişmesindeki sarmal merdivenlerdir.
İnanç üzerinden bir çatışma, insanların en ilkel halidir!