Bir toplum ne kadar politize olmuşsa, orada sanatın değeri daha bir geri planda kalır diye düşünüyorum. Politize olmakla sanatsal üretim arasında ters bir orantı varmış gibi geliyor bana. Hele bir de bu siyasallaşmanın felsefi ve tarihi bir temeli yoksa orada siyasetin de pek bir tadı olamaz.
Aslında bu toplum için politize bir toplum denilebilir mi?
Bundan çok, medya ölçeğinde edindiği kulaktan dolma bilgilerle siyaset yapıyor denilebilir.
Haydi, bıraktık bu toplumun sanatsal faaliyetlerini vs. siyasetinde de bir derinlik yok.
Siyaset birey ve toplum hayatımızın epeyi bir bölümünü kapsıyor. Siz siyasetle ilgilenmeseniz bile, siyaset sizinle zaten ‘ilgileniyor”. Elbette siyasetsiz bir birey ve toplumdan söz edilemez.
Ancak bir toplumda siyasete dair daha az, sanata dair daha fazla bir faaliyet varsa, bu durum o toplumun entelektüellik ve uzmanlık düzeyinin de bir göstergesi sayılır. Bir diğer deyişle, o toplumun bireyleri siyasetten çok sanat, kültür ve meslekler üzerine bir faaliyet yoğunluğu içindeyseler, o toplumların refahı, özgürlüğü daha bir gelişmiş demektir.
Bu girizgâhtaki kapsamı ülkemiz üzerinde somutlamaya çalışalım.
Medyanın tümünün ana konusu siyaset. Basın yayın organlarında nelerin yer aldığına dair bir oranlama yapılsa, siyasi konuların büyük bir hacim kaplayacağını sanıyorum. Sırayı spor ve magazin takip eder. Sanat/kültür yayınları daha azdır. Medya için bu sıralama çok sırıtmayabilir. Biraz daha sanat/kültür faaliyetlerine yer verilmesi gerekliliğinden söz edilebilir.
Ancak sözünü ettiğim olumsuzluğun asıl alanını kitap, sinema, dergi, tiyatro, plastik sanatlar alanındaki sığlık, hacimsizlik ve niteliksizlik oluşturmakta. Kişi başına düşen kitap sayısı, gazete sayısı açısından Türkiye, yerlerde sürünmekte.
Bu ülkede siyaset ve tarih alanında derin ve doğru görüşlere sahip olduğunu iddia edenlerin çok büyük bir bölümü, bir araştırma kitabı yahut bir roman dahi okumamışlardır. Olsun, yine de onlar gerçeği bilirler! Bu tespitten elbette şu sonuç çıkarılamaz: Kim ne kadar çok okuyorsa, gerçeği de o kadar çok bilir!
Bir toplumda sanatsal faaliyetlerin yaygınlığı ve derinliği, o toplumdaki şiddet kültürünü de bastırır, geriletir. Bu durum, siyasal kültüre de olumlu olarak yansır. Bizim siyasal kültürümüzün öne çıkan yanı, şiddet potansiyelinin ve hatta dışavurumunun yaygınlığıdır. Bizdeki şiddet kültürünün tarihsel derinlikleri, inanç ve gelenek boyutları var. Ancak bizdeki siyasal şiddet kültürünün bir önemli boyutu daha var: Bizde siyaset, kamu kaynakları talanının bir aracı olarak da kullanıldığı için, ciddi bir nema paylaşımı söz konusudur. Elbette bu durumun bir de bürokratik boyutu var ki, o yapı öteden beri hep vardı.
Daha az siyaset ve daha çok sanat konuşabilseydik, daha bir insanileşir, daha bir demokratlaşır, daha bir şiddet karşıtı olurduk. Eğer bunu başarabilseydik, siyasal gündemimizde de, ilkel sorunlar bulunmazdı.
Daha az siyaset, daha çok sanat konuşabilseydik; neden yapamadık ve yapamıyoruz? Bu bir süreç meselesi. Ancak bu çarpıklığın asıl nedeni, Türkiye devletinin anlayışından kaynaklanmaktadır. Daha dün, silahla kitap yan yana suç aleti olarak sergileniyordu. Yazarları çizerleri yüzlerce yıl cezayla yargılandılar, hapishanelerde süründürüldüler, işkence tezgâhlarından geçirildiler.
Daha acısı, üniversitelerimizin durumu.
Sonuçta zorba bir bürokrasi, sığ bir siyasetçi taifesi, baskıcı bir hükümet, sorunlu bir yargı, yerlerde sürünen eğitim sitemi ve tam da bu yapıya uyan polisiyle bir hayat! Öyle bir hayat ki, 50 yıl postalların altında süründürülmüş!
Böyle bir hayat da nasıl daha az siyaset, daha çok sanat konuşulsun ki!