Ankara’nın Süngü bayırı sokağı diğer sokaklara hiç benzemiyordu. Asker gibi sert olması yanı sıra oldukça da dikti. Yaşlı mahalle sakinleri kış gelmesin diye dua etmelerine rağmen, yoğun yağan karın altında kalan araçlar yerinden kıpırdayamazdı. Sokak sakinlerinin işe gitmesi ise başlı başına bir sanattı. Çocuk ve gençlerin arayıp da bulamadığı bu mevsimde, sokak gece yarılarına kadar kim, ne bulduysa altına alıp, uzun sokağın tadını bir başka çıkarırdı. 1985 yılının bahar başlangıcında, erguvan ağaç tomurcuklarının yeni uyandığı, fakat sokağın henüz uyanmadı bir günün tazeliğinde Gültekin, pavyon dönüşü sallanarak kapıyı açmak istediğinde kapı aralığına bırakılan nota bir anlam veremedi. Buruşuk kağıda yazılan belli belirsiz yazıyı, merdiven boşluğunun düşük lambasıyla okuyamadı. Karısının boşalttığı eve girdiğinde ayak sesleri ise oldukça yankılıydı. Ev sahibinin “Kirayı kaç aydır ödemiyorsunuz. Lütfen evimi boşaltın!..” notunu okuduğunda, artık evi boşaltmanın zamanının geldiğini kanıksadı. Evden çocuğu ile ayrılan karısının bıraktığı salon takımına da her an haciz geleceğini biliyordu. Bunların yaban ellerine gitmemesi için sabahın köründe ablasını aradı.
“ Abla, şu yeni aldığım salon takımlarını siz alıp, kullansanız diyecektim.”
“ Hayırdır sabah sabah o da nerden çıktı.? Öyle şey olur mu? Başka bir ev kurduğunda sana lazım olacak. Hem bizim evi biliyorsun. Küçük evin neresine sığdırırız o koca takımları.”
“ Sen bilirsin abla. Alsaydınız iyi olurdu.”
Ablası iş dönüşü hamileliğin verdiği sıkıntı ile yokuşu güçlükle çıktı. Evinin önündeki hareketliliğe bir anlam veremedi. Yaklaştığında Gültekin’in eşyalarını hemen tanıdı. Kamyonun yanı başındaki avukat ve polislerin bekleyişi içini burktu. Haciz memurlarıyla birlikte Gültekin’in evine girildiğinde, memurların son yumruğu vurmaları fazla sürmedi. Ablası evin boş oluşuna gözleri daldı. Anılara yolculuk yaptığında her şey yerli yerindeydi. Hem de içindeki ev hanımıyla birlikte. Çocuğun gülücük ve kahkaha sesi şen şakraktı. Gece yarılarına kadar oynanan okey oyunlarının bitişi,gibi her şey bir anda yok olup gitmişti.” Eşinin,
“ Kendine gel “ sözüyle kamyona yüklenen vitrine baktığında göz yaşlarını tutamadı.
“ Şu ortama bak Mustafa. Nasıl dalmayım. İnsanın içi bir tuhaf oluyor.” Balkona geçip, aşağıya baktığında, yemek masasının ite kalka kamyonete yerleştirilmesine kendi malı gibi sinirlendi. Göz yaşları da, balkon boşluğundan aşağıya doğru akmaya devam ediyordu. Anılar, birkaç gün sonra mezat salonunda donuk hayaller gibi yerlerini alacaktı. Ağlayanın malı, gülene hayrı olacak mı? Bu belli değildi. Ablası, gözyaşlarının tazeliğinde, salona döndüğünde kanepenin hamallarca hareket ettirilmesine avukatlara dönerek sinirlendi.
“ Bu da alınır be!. Bu insan nerede yatacak!… Benim bildiğim icralının yattığı yatak altından alınmaz.!…” Avukatın icra memuruyla sessiz konuşmasının ardından hamallar kanepeyi bırakması ani olmuştu. Gültekin donuk ve dalgın gözlerle olup, bitenlerin şokunu henüz atlatamadan, gözü yerde ters dönmüş resme takıldı. Ayak izleri alan resmi düzelttiğinde, yerinden kalkma gücünü bacaklarında bulamadı. Oğlunun gülümseyen dudaklarının sağında annesi, solunda ise kendisi duruyordu. Uzun bir süre resme baktı. İki elinin arasına aldığı resmi kalbine yasladı. Göz yaşları, fotoğraftaki oğluyla bütünleştiğinde kaybolmuşluğun helezonluğunda sonsuzluğa doğru çekildiğini hissetti. Ölmenin bile yaşamdan daha erkekçe olduğunu düşündü. “Yolun sonu görünüyor…” türküsünün gizemliliğini kabullendi. Kamyon yokuştan aşağıya salındığında Gültekin’de odasında yalnızdı. Sigarasını anlamsızlıkla içine çektiğinde, boş odada yankılanan telefonun sesine uzun süre aldırış etmedi. Sürekli çalan telefona bakmakla bakmamak arasında gidip geldi. Ahizeyi, kolları arasında kalan fotoğrafın gözyaşlarıyla kulağına götürdüğünde, diğer eli de kalbinin üstündeki oğlundaydı. Karşıdan gelen “ Alo… Alo! …” sesine yanıt vermeden oğluna bakarak sessizliği tercih etti…