Bugün ilk kez annemin yaptığı yemeği beğenmedim, umarım bunu annem duymaz. Artık eskisi gibi güzel yemekler yapamıyor. Ama ona da hak vermiyor değilim, her şey çok pahalı. Salatayı ben çok veriyorum, fakat annem ayda bir iki kez salata yapıyor. Onda da marul olmuyor çoğu zaman. Bazen de domates olmuyor o ayrı. Anneme neden marul koymadın dediğimde manavda marul kalmamıştı diyor. Babamdan öğrendiğime göre marul toprakta yetişiyormuş, fakat ben şuana kadar toprakta marul görmedim. Marulu özel yerlerde üretiyorlarmış, birde büyüyebilmesi için ilaçla besliyorlarmış. İlaçlayınca sebzeler daha büyük olurmuş, ne güzel değil mi? Fakat babam buna karşı çıkıyor, ilaç kötüymüş, neden o zaman hastalanınca ilaç verirler bize anlamam. Domates için de aynısını diyor, anneme hormonlu domatesler alma diyor, annemse hormonsuz domates var mı ki diyor. Hormonlu ne demek onu hala çözemedim.
Babamların zamanında köylerde inekler ve tavuklar olurmuş. Düşünebiliyor musunuz köyde inekler geziyormuş, tavuklar falan. Bizim köyde hiç inek görmedim ben.
Zaten ineği sadece izlediğim belgesellerden biliyorum. Biliyor musunuz insanlar o zaman inekleri kesip yiyorlarmış. Ben sadece tavuklar yenir diye bilirdim. Fakat hiç tavuk yemedim, hem yiyemem de. Anneme neden bizim köyde inek olmadığını sordum. O da bana ineklerin yaşamaları için ot yediklerini söyledi. Yani onlar çimleri yiyorlarmış, eee şimdi çimler azaldığı için ineklerde azalmış. Fakat yine de özel ağırlarda inekler yaşıyormuş. Ağır dedikleri yer ineklerin evleri. Umarım onlara yemeleri için çim vermiyorlardır. Zaten yeşil alanlar yok gibi bir şey birde ineklere verirsek. Bu yüzden inekleri pek sevmem. Tavuğu inekten daha fazla severim. Çünkü tavuk yiyecek olarak buğday, mısır falan yiyormuş. Annem mısır ve buğdaydan ekmek yapıldığını söylüyor, biz pahalı olduğu için pek ekmek almayız, zaten bu yüzdendir ki hiç tavukta yeme şansım olmadı. Geçenlerde Merve teyzem bize geldi. O İstanbul’da oturuyor, uzun zamandır bize geldiğini hatırlamam. Annemlerle konuşurken duydum, ben pek onların konuşmalarını anlamıyorum. Teyzem İstanbul’dan taşınmayı ve bizim gibi köye yerleşmeyi düşünüyormuş. Moralinin bozuk olduğu belliydi. Çünkü eniştemden boşanıyorlarmış. Boşanmalarının sebebi ise çocuk. Daha doğrusu çocuklarının olmayışı. Doktorlara falan gitmişler İstanbul’da, fakat bir türlü olmamış. Şaşırdım doğrusu, ben evlilerin her zaman çocuğu olur bilirdim. Ben annemlerin tek çocuğuyum, benden sonra çocukları hiç olmamış. Türkiye’de ailelere iki çocuktan fazlası yasakmış, bunu da yeni öğrendim. Demek bu yüzden bizim köyde kimsenin üç çocuğu yok. Babam dün bu konuyla ilgili bir şey anlattı, aslında anlatması ben istedim. Dedemler zamanında köydeki insanların hemen hepsinin beşten aşağı çocuğu olmazmış. Babam, dayı, amca, hala, teyze diye birkaç kelime sıraladı. Ben bu kelimelerde sadece teyzenin ne demek olduğunu biliyorum. Okul arkadaşlarımda benim gibi, bazılarının amcaları, bazılarınınsa sadece dayıları oluyor. Fakat o insanlara neden dayı yada neden amca denildiğini babamdan yeni öğrendim. O an ilk kez bir amcamın olmadığına üzüldüm, çünkü okul arkadaşım Nergiz’in bir amcası var, onu hep gezmeye götürüyormuş. Keşke benimde amcam olsaydı. Bunu da bir gün babama sordum, neden benim bir amcam yok dedim. Bir şeyler söyledi ama pek anlamadım doğrusu. Şimdiki erkekler ve kadınlar eskisi gibi değilmişler, yediğimiz yiyeceklerin besin değerleri düşükmüş ve çoğu da ilaçlıymış. Buda erkek ve kadınların morfolojisini değiştirmiş. Bu yüzden evli insanların çocukları zor oluyormuş. Devlet ise çocuk yönünden şanslı insanlara iki çocuktan fazlasına yasak getirmiş, bunun nedeni ise sanayinin ve dünyanın artık fazla nüfusu kaldıramayacağı. Zaten işsizlikte çok, yardım kuruluşları sayesinde aç kalmaktan kurtulan insanların sayısı hızla artıyor, ya diğerleri. Bazı ülkelerde çocuğa yasak bile getirilmiş, devlet insanları kısırlaştırıyormuş, kısırlaştırmak kelimesini ben köpekler için duymuştum bir aralar, ne demek olduğunu bilmiyorum açıkçası. Dün annemle fotoğraf albümüne baktık, fotoğraflardaki insanların neredeyse hiçbirini tanımıyorum. Çünkü bayağı bir eski fotoğraflar, dedemlerin zamanında çekilmiş hepside. O zamanın insanları çok tuhafmış doğrusu. Örneğin babaannemin kardeşinin bir fotoğrafı var, adı Münevvermiş. Başında tuhaf bir örtü var, annem bunun eşarp olduğunu söyledi. Neden onu başına koyduğunu sordum, annem dedi ki eşarbı saçını kapatmak için kullanıyormuş. Fotoğraflarda herkesin başında eşarp yoktu, bazı kadınların upuzun saçları vardı. Eskiden kadınlar gerçekten güzelmiş, keşke benimde upuzun saçlarım olsa. Fakat bu imkansız, annem saçlarımı uzatmama izin vermiyor, zaten ben hiçbir kadında uzun saçta görmedim. Öğretmenimizin saçı bile kısacık. Neymiş uzun saç hastalıklara neden oluyormuş. Eskiden kız çocukların saçlarında da renkli renkli tokalar olurmuş, uzun saçlarını bu şekilde toplarlarmış. Şimdi ise ben sadece oyuncak bebeklerimin saçlarına toka takabiliyorum. Gerçi o bebeklerin saçları da eski insanlarınki kadar uzun değil ama olsun. Son günlerde çok mutsuzum, iki gün önce gece beni hastaneye götürdüler. Doktorlar havale geçirdiğimi söylemiş annemlere. O gece bilincimi yitirmiştim, vücudumun her yanı alevler içindeydi, gözlerimi açtığımda hastanedeydim. Bana bazı tetkikler yapmışlar, bir hastalığımın olduğunu düşünüyorlar sanırım. Belki de haklılar, çünkü son günlerde kendimi gerçekten çok bitkin ve yorgun hissediyorum. Babam okulumdan izin istedi benim için. Arkadaşlarımda bugün beni ziyarete geldiler, onlarda üzülmüşler hasta olmama. İnşallah yakında iyileşir ve okula geri dönerim. İçimde büyük bir korku var, bir haftadır hastalığım geçmedi. Televizyondan bir şey öğrendim bugün. Ülkedeki bazı çocuklar doktorların henüz teşhis koyamadığı bir hastalıktan ötürü hayatlarını kaybetmişler. Üstelik bu hastalık giderekte yaygınlaşıyormuş. Annemlere henüz bu hastalıktan bahsetmedim, çünkü onları da korkutmak istemiyorum. Dün yine beni hastaneye götürdüler. Bazı testler falan yaptılar, iki üç gün içersinde hastalığımın nedeni belli olacakmış. Şimdilik birkaç ilaç verdiler hepsi bu. Umarım bende de o hastalıktan çıkmaz. Ben daha 9 yaşında küçük bir kızım, annemi ve babamı gerçekten çok seviyorum. Ölümün ne demek olduğunu henüz bilmiyorum, bazen sormak istiyorum babama, fakat beni yanlış anlamasından korkuyorum. Ölüm hakkında bildiğim tek şey, annemin anlattıkları. İnsan ölünce başka bir dünyaya gidiyormuş, ölenler her zaman varmış yani, sadece mekan değiştiriyorlarmış. Hastalıklardan nefret ediyorum, çocukları anne ve babalarından ayırıyor çünkü. Nerden çıktı ki bu hastalıklar. Duyduğuma göre dünyamızın bugünkü hali yüzünden varmış bu hastalıklar. Eskiden insanlar daha az hastalanırlarmış. Şimdi yeterli beslenemememiz yüzünden bağışıklık sistemimiz çok zayıflamış. Bunu da belgesellerden duymuştum. Oysa ki insanlara eskiden o kadar çok uyarılarda bulunmuşlar ki gelecek için, fakat onlar hiç aldırış etmemişler bile. Ah anne, ah bana, neden böyle yaptınız ki, sizin yüzünüzden belki de öleceğim. Benden bu kadar mı nefret ettiniz, beni bu kadar mı hiç düşünmediniz. Sizler her türlü yemek yerken ben şimdi en çok sevdiğim salatayı bile yiyemiyorum. Paramız fazla olmadığı için kana kana bir su bile içemiyorum. Temiz bir hava soluyamıyorum, bir piknik bile yapamıyorum. Keşke sizin zamanınızda yaşasaydım, çünkü sizin zamanınızda her şey o kadar bolmuş ki. Şimdi ise… Bu gün ilk kez dünyaya geldiğim için pişman oldum. Eğer bir gün iyileşirsem, hiçbir zaman evlenmeyeceğim. Savaşların olduğu, insanların susuz yaşadığı, yemekleri lezzetsiz, türlü türlü hastalığın kol gezdiği, sularının pislikten grileştiği, yeşilin olmadığı bir dünyada çocuk ne yapsın ki. Yudum bebek, 2065 yılında İstanbul’un Ümraniye ilçesinde doğmuştu. Makbule ve Hasan çiftinin tek çocuğu da oydu. Yıllardan sonra bin bir türlü uğraşların ardından dünyaya gelmişti Yudum bebek. Çünkü Mutlu çiftinin de diğer bir çok insan gibi uzun bir süre çocukları olmamıştı. Birçok hastaneye gitmişlerdi, hatta yurtdışında bile tedavi görmüşlerdi. Bu uğurda çok paralar harcamışlardı. Fakat Yudum’un dünyaya gelmesi tüm yaşananları unutturmuştu. Kızlarını o kadar çok seviyorlardı ki. Her şeyi onu düşündükleri için yapmışlardı. Zaten bu yüzden köye yerleşmeyi düşünmüşlerdi. İstanbul’da her yer betonlaşmıştı, yeşil bir yer hiç yoktu. Havası son derece kötüydü, fakat köyleri şehre nazaran daha temizdi. Tek tük de olsa ağaçlar ve yeşillikler vardı. Ama şimdi tüm bunların hiçbir önemi yoktu. Yudum’da tetkikleri sonucunda, daha önce bazı çocukların da öldüğü, fakat teşhisinin bile bilinmediği o hastalıktan görünmüştü. Zavallı kız bir sabah yatağında ölü bulunmuştu. Mutlu çifti kızlarının bir günlük tuttuğunu da ilk kez o gün öğrenmişlerdi. Çünkü kızlarının odasına girdiklerinde yatağının üzerinde bir ajanda bulmuşlardı. Çansız elinin parmaklarının arasından yere düşmüş kalemi ise onun son kelimelerini yazmaya çalıştığını gösteriyordu. Küçük kızın ajandasına yazdığı son sözcükler ise şöyleydi: “ Sevgili anne ve babacığım, sizler benim günlük tuttuğumu bilmiyorsunuz, fakat ben izlediğim haber ve belgeselleri, sizlere sorduğum onca sorurunun cevabını günlüğüme yazıyorum. Bu gün yine karnım çok ağrıdı, fakat bunu üzülmemeniz için sizlere fark ettirmemeye çalıştım. Öleceğimi tahmin edebiliyorum. Lütfen ben ölünce arkamdan ağlamayın. Çünkü ben sizlerin üzülmenize dayanamam. Annem bana ölenlerin başka bir dünyaya gittiklerini söylerdi. Bende şimdi başka bir dünyaya gideceğim. Hem bu dünyada mutlu değilim ben, yeşilin bol olduğu, denizleri kirli olmayan, yağmurunda koşup oynayabileceğim bir dünya istiyorum. Belki de gideceğim dünyada bunlar vardır. Lütfen beni düşünmeyin, siz sadece soyadınızınki gibi hep Mutlu olun. Sevgili kızınız Yudum”
DİPNOT:
Acaba ebeveynler mi çocuklarını daha çok düşünür, yoksa çocuklar mı onları? Ölürken bile anne ve babasının üzülmemesini ve ağlamamasını isteyen bir çocuk düşünün, onların her zaman mutlu olmasını isteyen bir çocuk. Bazen merak etmiyor değil insan, acaba dünyayı çocuklar yönetse tüm bunlar olur muydu diye. Neden gelecekte biz yetişkinlerin sorumsuzluğunu onlar ödemek zorunda kalsın ki. Ne demişti Yudum bebek, “ savaşların olduğu, insanların susuz yaşadığı, yemekleri lezzetsiz, türlü türlü hastalığın kol gezdiği, sularının pislikten grileştiği, yeşilin olmadığı bir dünyada çocuk ne yapsın ki”. O kadar haklı ki, bizler dünyamıza bile sahip çıkamıyorken, yeşili koruyamayıp ormanları yakarken, içtiğimiz suyun hep var olacağını düşünüp suyumuzu heba ederken, denizlerimizi kirletip çöplerimizi denize atarken, savaşlar çıkartıp masum çocuklarımızı öldürürken, nasıl bir gelecek bırakabiliriz ki onlara. Kendinizi bir gün olsun Yudum’un yerine koyun ve öyle hayal edin geleceğinizi, belki o zaman düşüncelerimiz azda olsa değişirde dünyamıza sahip çıkarız. Kendimiz için değil, geleceğimiz olan çocuklarımız için yapalım bunu.
B İ T T İ