Şimdi size iki farklı olayı anlatacağım ve bu olayın adalete yansıması sonucu, ortaya çıkan durumu da dile getirmeye çalışacağım.
Bunu yaparken de, sade bir vatandaş olarak benzer iki olay arasında nasıl böyle bir farklı karara varılmasının yorumunu da size bırakacağım.
Birinci olay;
Genç bir polis, kız arkadaşı ile birlikteyken, kullandığı araçla şehir içinde bir kaza yapıyor. Kazanın ardından genç kız ağır yaralanıyor ve olay yerine gelen ambulansla hastaneye yetiştirilmek istenirken, maalesef ambulansın içerisinde son nefesini veriyor.
Aracı kullanan polis de yaralanıyor. Ancak onun yarası daha hafif olduğu için hastanede tedavi görüyor ve yaşama dönüyor.
Olay, doğal olarak adalete intikal ediyor.
Kazanın ardından aracı kullanan polise yapılan alkol muayenesinde, 0,66 promil alkollü olduğu da tesbit ediliyor.
Alkollü olarak araç kullanmasından dolayı, olayı soruşturan savcı, polis memurunun “eylemi bilinçli ve taksirle işlediğini” öne sürerek, 8 yıl hapis cezası ile cezalandırılmasını talep ediyor.
Mahkeme ise devam ediyor.
Gelelim ikinci olaya;
Adam, ana yolda gecenin bir saatinde, süratli bir şekilde araç kullanıyor.
O sırada, araçları bozulan iki genç de, yolun sağ şeridinde, iterek araçlarını yol dışına almaya çalışıyor.
Arkadan gelen araç, bu gençleri ve ittikleri aracı farketmiyor ve olanca süratiyle çarpıyor.
Sol kapısı açık aracı, bir yandan itip bir yandan direksiyonunu kullanmaya çalışan genç, bu çarpmanın şiddetiyle önce kapı ile araç arasında sıkışıyor, yine çarpmanın şiddetiyle kapının da kopması sonucu yerde sürükleniyor.
Sonuçta da genç olay yerinde hayatını kaybediyor.
Çarpan aracın şoförü bir müddet ortadan kayboluyor. Olay yerine gelen polis, daha sonra çarpan aracın şoförünü yakalıyor ve gerekli işlemlere başlıyor. Ancak olay saatinden birkaç saat sonra yapılan alkol muayenesinde, sürücünün 2.40 promil alkollü olduğu ortaya çıkıyor. Demek ki, olay anında alkol oranı daha üst seviyedeymiş.
Tabii bu olay da adalete intikal ediyor.
İkinci celsede, savcı kazayı yapan kişinin serbest kalması halinde delil karartma imkanının bulunmaması, CMK’nın 100. maddesinin 2. fıkrasında sayılan suçlardan olmaması, sanığın kaçacağına ilişkin somut bir delil de bulunmaması nedeniyle, tahliyesine karar verilmesini talep ediyor.
Duruşma sonunda da, sanık tahliye ediliyor.
Evet, her iki olayda da elim bir trafik kazası meydana geliyor, ikisinde de bir ölüm olayı yaşanılıyor ve birinci olayda kazayı yapan ve kaza sırasında da yaralanan 0,66 promil alkollü polis için taksirle ölüme sebebiyet vermekten 8 yıl hapis cezası talep edilirken, ikinci kazada yaralanmayan, olaydan sonra yakalanan, 2,40 promil alkollü araç sürücüsü tahliye oluyor.
Kaçma ihtimali olmadığı için…
Demek ki, birinci olayda mahkeme polis memurunun kaçabileceğine, delilleri karartabileceğine ihtimal vererek, tahliye etmiyor.
Hem de devletin polis memurunu…
Yazımın başında da belirttiğim gibi benzer iki olay ve iki farklı sonuç…
Yorum da size kalmış…
Artık halkın gücü dikkate alınmalı!
Demokrasi ile idare edilen hiçbir gelişmiş ülkede, “ben yaptım oldu” mantığı asla geçerli değildir.
Böyle bir mantıkla değil devlet idare etmek, şirket bile idare ettirmezler adama!..
Fakat, demokrasi ile idare edildiğimiz masalı ile yıllardan beri süregelen siyaset anlayışımızda, bu kural ne yazık ki, bizim ülkemizde asla geçerli bir durum değildir.
Hangi görüşten olursa olsun, iktidara gelen her parti, mutlaka kendi duygu ve düşüncelerine göre bir takım kararlar alıp, bir takım yasal uygulamalara işlerlik kazandırarak, bu ülke insanına zorla da olsa bir takım zorunlulukları kabul ettirme sevdası peşindedir.
Çoğulcu demokrasiye geçtiğimiz varsayılan 1950 seçimlerinden bu yana bu kural, geçerliliğini sürdürmektedir ve nereye kadar sürdüreceği de doğal olarak meçhuldür.
Ülkenin, eğitim gibi üzerinde en çok oynanılan sistemlerinden biri de hepimiz biliyoruz ki sağlık politikalarıdır.
Önümüzde gelişmiş ülkelerin uygulamaları dururken, bizler 21. yüzyılda dahi Amerika’yı yeniden keşfetmenin derdine düşüp, bu sağlık politikalarını kuşa çevirmek için elimizden gelen çabayı da sergileme gayreti içerisindeyiz.
Bakın, son bir aydan beri yeni sosyal güvenlik yasasının işlerlik kazanıp kazanmamasına yönelik iktidar ile sivil toplum örgütleri arasında bir tartışma yaşanmaktadır.
Üstelik de, karşılıklı olarak seviyesi düşük bir tartışma.
Zamanında, bir ülke için en önemli yaşam kriterleri arasında yer alan sosyal güvenlik politikaları, politikacıların oy avcılığına kurban edilince, günümüzde bu sorun altından kalkılamayacak bir boyuta gelmiştir.
Tabii bu arada ülkemizde bugüne kadar 1960 ihtilali hariç, devri sabık yaratılamadığı için de, yapılanlar yapanın yanına kâr olarak kalmış, bunları örnek alan yeni politikacılar da, “nasıl olsa bu ülkede hiç kimseye hesap sorulamaz” mantığı ile alabildiğine sorumsuz davranışlar sergilemekten de kaçınmamışlardır.
Sonuçta, her zaman olduğu gibi bu tutarsız uygulamaların ceremesini, yine halk çekmiştir. Çekecektir de.
Çünkü, biz tevekkül bir toplum olduğumuzdan, tepemize indirilen yumruklardan dolayı ses çıkarma melekemizi de kaybedip, her yumruktan sonra “eyvallah” demeyi yaşam biçimi haline getirmişiz.
Amma!.. Şimdiki durum pek de böyle görünmüyor gibi sanki.
Hani bir deyim vardır, “maymun gözünü açtı!..” diye. Evet, sonunda az da olsa toplum uyanmaya başladı.
Eh ders alması gerekenler de alsın.