Balıkesir Milletvekili Cemal Öztaylan’ın da konuşmalarında çok sık kullandığı bir söz vardır…
Yunus Emre’den aldığı;
“Ehl-i irfan arasında aradım kıldım talep
Her hüner makbul imiş illa edep illa edep…” diye.
İlim irfan sahibi insanlar arasında önemli olanın edepli olmasını veciz bir şekilde vurgulayan güzel bir söz…
Edep’in anlamına gelince de, “bir toplumda örf, adet ve kural halini almış iyi tutum ve davranışlar, incelik, terbiye, iyi ahlak…” olarak da nitelendirebiliriz.
Bunları, hafızamızın bir yerine nakşedip, şimdi de Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin yayınladığı ve “Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi”ndeki Gazeteci tanımına bir göz atalım;
“Düzenli bir şekilde, günlük yahut süreli bir yazılı, görüntülü, sesli, elektronik veya dijital basın ve yayın organında, kadrolu, sözleşmeli ya da telif karşılığı, haber alma, işleme, iletme veya görüş, fikir belirtme görevi üstlenen ve asıl işi ile başlıca geçim kaynağı bu olup çalıştığı işletme ile ilgili yasalar karşısındaki konumu bu tanıma uygun olanlar, GAZETECİ’dir…”
Yine aynı bildirgenin, gazetecinin temel görevleri ve ilkeleri alt başlığında yer alan 7. maddesine bakalım;
“Gazeteci, kamuya mal olmuş bir şahsiyet bile olsa, halkın haber alma, bilgilenme hakkıyla doğrudan bağlantılı olmayan hiçbir amaç için, izin verilmedikçe, özel yaşamın gizliliği ilkesini ihlal edemez…”
Şimdi, tüm bunların neden tanımına gerek duyduğumuza gelince…
Son yıllarda ve özellikle de son bir yılda, işi çığrından çıkaran ve kendilerine magazinci dediğimiz bir kitlenin, gazetecilik kisvesi altında, gerek gazete sayfalarına, özellikle de televizyon ekranlarına getirdiği haber denilen olayları gördükçe, kahretmemek elde değil.
Günümüzde, ne yazık ki eline bir mikrofon verilen, omzuna bir kamera konulan herkes gazeteci oldu.
Artık, kıstas, kriter, ölçüt, bilgi, deneyim, meslek etiği denilen herşey, onlar için rafa kaldırıldı.
Ve işin kötüsü de, öyle şartlandırıldı ki, heryerde, herkesten, her şekilde taciz dahi ederek, birşeyler sorup, karşılığını almayı kendilerinde en doğal hak olarak görmeye başladılar.
Hele bir de karşı çıkan olup da, terslerlerse yandı gülüm keten helva…
“Vay efendim gazetecinin çalışmasını engelliyorlar…” diye başlayan hamaset edebiyatından tutun da, yapanın yaptığını yerin dibine kadar batırmaya kadar her türlü hakarete varacak her türlü söylem sıralanıyor.
Geçtiğimiz günlerde, bir magazin haberine gözüm takıldı. Yeri gelmişken magazinin de ne anlama geldiğini kısaca tarif edersek, “sanat, eğlence ve spor dünyasında yer alan tanınmış kişilerle yapılan haber ve yorumlar” diye nitelendirebiliriz. Yani, artistler, şarkıcılar, tiyatrocular, mankenler de bu tanımın içine giriyor…
İşte, dediğim gibi sabahların sultanı olarak nitelendirilen bir şarkıcımızın, üç günlüğüne tatile gittiği körpe bir türkücü ile dönüşünde, ağzından üç kelime laf alabilmek için bir “gazeteciler ordusu” tarafından karşılanmasını yadırgadım, garipsedim…
Yanlış anlaşılmasın, “gazeteciler ordusu” tanımlaması bana ait değil, haberi okuyan sunucu “…….. ile sevgilisi bir gazeteci ordusu tarafından karşılandı” diyor.
Gazeteci ordusu…
Magazinci ordusu deseler, yine yüreğim gam yemeyecek. Ama demiyor…
Bakıyorsunuz, ellerinde mikrofonlar birbirlerini ezme bahasına, çiğneye çiğneye …………. şarkıcı hanımımızın yanında yürüyerek, neredeyse ağzının içine sokacak şekilde uzatıp, “Efendim, Paris’ten geliyorsunuz… Neler söyleyeceksiniz?” diye soruyor…
Aslında söylenecek söz var da, olmuyor işte!..
Hadi sabahların sultanı denen hanım, alışık bu tür mikrofon uzatmalara, onlarca mikrofonu görmezden gelip, asker edasıyla rap rap yürümeye devam ediyor. Bu sefer yanındaki körpe delikanlıya uzanıyor mikrofonlar!..
Aynı şekilde ona da “Efendim, Paris’ten geliyorsunuz… Neler söyleyeceksiniz?”
Hani çocuk da kendini zor tutuyor, validelerini anmamak için ama mikrofon uzatanların umurunda bile değil. Yeter ki, ağzından çıkacak iki kelimeyi yakalasınlar…
Amma, körpe çocuk da tembihli anlaşılan!.. O da bir yandan hafif sırıtma ile gülme pozisyonu arasında bir yüz ifadesi ile yürümeye devam ederken, bir yandan da önündeki mikrofon duvarını aşmaya çalışıyor. Ama mikrofonların ucundakiler kararlı illaki bir ses, illaki bir söz alacaklar!.. Yine koro halinde “Efendim… Neler söyleyeceksiniz?” haykırışları devam ediyor…
Üstelik, “Efendim…”le başlayan cümlelerle geliyor sorular.
Mikrofon uzatanların sürekli “Efendim… Efendim…” demesi sonucu kendini hakikatten Efendi Toranaga sanan körpe türkücü de elinin tersiyle mikrofonları itip, kendine yol açıyor ve muzaffer komutan edasıyla kapısı açılan arabaya da büyük bir gönül rahatlığıyla kuruluyor.
İşin vahim tarafı, mikrofon uzatanların bıkmadan, usanmadan, bu kez de uzaklaşmaya çalışan arabanın kapalı pencerelerinden, “Efendim… Efendim…” diye haykırışları…
Şimdi, bunlar gazeteci mi?
Bunları gördükçe, gazetecilikten utanıyor insan.
Bir meslek böylesine rencide edilemez. Böylesine karalanamaz ve böylesine aşağılanamaz.
Tamam, son yıllarda insanımızın içinde bulunduğu sosyo-ekonomik sıkıntılardan dolayı artık kendini magazine verdiği de bir gerçek.
Televizyon reytinglerine baktığınızda, ne kadar magazin programı varsa, hepsinin tavan yaptığı söyleniyor.
Amma, ne olursa olsun, gazetecilik mesleği böylesine bir nedenden dolayı, refüze edilemez.
Ve asla bunlar TGC’nin gazeteci tanımlamasının hiçbirine uymuyor. Ama yine de gazeteciler!.. Artık nasıl oluyorsa.
Tabii sadece bunlar değil… Ekranlara gelen, onlarcası, yüzlercesi hatta binlercesi var, bu yanlışlığın.
Şarkıcının birinin ceketini çekiştire çekiştire soru sorarlar, adam da sinirlenir ve yumruğu patlatınca, “Görevini yapan gazeteciye saldırdı…” olur.
Hadi canım sizde, ne görevi?
Bunların gözünde, kişi hak ve özgürlükleri diye bir kavram asla yok. Aynı şeyler, kendileri için yapılsa, çok merak ediyorum tepkileri ne olurdu?
Bakın Anayasa’nın 20. maddesi ne diyor;
“IV. Özel hayatın gizliliği ve korunması
A. Özel hayatın gizliliği
MADDE 20. – Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz.”
Asla gazeteci olarak nitelendiremeyeceğim, kabul edemeyeceğim ve kendilerine magazinci adını veren kitle, kamuya açık her yerde yaptıkları eylemlerin, kendilerince en doğal hak olduğunu zaten peşinen kabullenmişler…
Tabii yanlış anlaşılmasın, içlerinde gerçekten işlerini layıkıyla yapan, gerçek anlamda gazeteci olan magazin gazetecileri de var kuşkusuz. Sözlerim tabii ki onlara değil.
Bir de, rahmetli Erol Dernek’i tanımalarını çok isterdim, bu magazinciyim diye geçinenlerin…
Efendiliği ile kibarlığı ile magazin gazeteciliğinin sembolüydü. Bir güvenlik abidesiydi. Onun sorduğu soruyu cevaplandırmayacak hiçbir şarkıcı, artist, manken tanımıyorum. Öylesine büyük bir magazin gazetecisiydi.
O nerede, şimdikiler nerede?
Gerçi, O’nun zamanındaki sanatçılar da şimdi kalmadı ya!.. Üç-beş kişi kaldı günümüzde.
Her iki taraf da, yani haberi yapan da, habere konu olan da karşılıklı olarak birbirlerini alabildiğine kullanıyor, alabildiğine birbirini sömürüyor, bizler de onların bu karşılıklı oyununa ekranların karşısına geçip seyredip, reytinglerini yükselterek destek oluyoruz.
Bir dereceye kadar yapılanlara “eyvallah” demeye kalksak bile, hiç olmazsa bunları yapanlara gazeteci denilmesin. Benim tepkim de buna zaten.
Magazinci deyin, magazin habercisi deyin, dedikodu kumkuması deyin, ya da ne bileyim yeni bir kimlik oluşturun, ama gazeteci deyip de, bu mesleğin içerisinde gerçek anlamda yer alıp, bu işi ilkeleriyle yapanları bu şekilde aşağılamayın, karalamayın.
Haber diye ekranlara taşınan ne kadar ahlak dışı kişi ve o kişilerin yarattığı olay varsa, bunları taşıyanlara gazeteci demek, sanırım gerçek gazetecileri de derinden yaralıyordur.
Üstelik, hiçbir ilkeye, hiçbir kurala, hiçbir etiğe uymadan yapılan, sergilenen olaylar da, habercilik kisvesi altında sunuluyor. Bu da ikinci berbat ve kabul edilemez bir durum.
Kanun manun hak getire…
Üstelik, yeni Türk Ceza Yasası’nda şöyle bir madde olmasına rağmen;
“Özel hayatın gizliliğini ihlal
MADDE 134. – (1) Kişilerin özel hayatının gizliliğini ihlal eden kimse, altı aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Gizliliğin görüntü veya seslerin kayda alınması suretiyle ihlal edilmesi halinde, cezanın alt sınırı bir yıldan az olamaz.
(2) Kişilerin özel hayatına ilişkin görüntü veya sesleri ifşa eden kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Fiilin basın ve yayın yoluyla işlenmesi halinde, ceza yarı oranında artırılır.”
Gerçi kanunun olması değil, önemli olan uygulanması esastır. Eh, tabii ki bizim ülkemizde her türlü suça karşı her türlü ceza vardır da, her nedense kişiye göre uygulanır. Yani adamına göre ceza sistemi işler bizde…
En son önceki gün cezaevinden çıkarılan ve bugüne kadar polise hakaret etmekten, mafya babalarıyla ilişki kurmaya, çete olaylarına karışmaya kadar, adı her türlü benzer olaylara karışan manken bir hanım kızımız, dışarı çıkar çıkmaz söylediği sözlere bakın;
“Bütün kader mahkumlarının serbest bırakılmasını istiyorum…”
İster tabii… Kendisi içerisinin ne olduğu gördü.
Bugüne kadar yaptıkları yanına kâr kaldığı için, içerisinin ne olduğunu bilmiyordu…
Yaşayıp gördü. Peki, kader mahkumlarının hepsi çıkarıldığında, onların canlarını yaktığı, yüreklerini dağladığı, kanlarını akıttığı masum insanların tepkilerinin ne olacağını düşünüyor musun?
Eğer ortada bir suç varsa, mutlaka karşılığında bir cezası da vardır. Yoksa, manken hanım kızımız bulunduğu ortamlardan dolayı kendi adaletini kendisi mi vermekten yana!..
Tüm bunlar, televizyon ekranlarından milyonlarca kişinin gözünün içine sokula sokula sergilenirken, düşünüyorum da Türkiye olarak nereye gidiyoruz.
Haa, bir de Anayasa’mızın ilk maddelerinde, “sosyal bir hukuk devleti” olduğumuz yazıyor galiba…
Neydi Fatih Ürek’in son şarkısı; “Hadi… Hadi… Hadi…”