“Güzelin sinesinde göğüsleri plastik, bağlamanın tezenesi elinde plastik. Hangi yâre, neyle türkü yakacağız?”
Yoksunuz. Yalnızca biz değil, bütün insanlık yoksun… Anadolu’yu gezin dolaşın, Antep’e, Urfa’ya, Sivas’a, Çankırı’ya, Ankara’ya bakın. İstanbul’a kadar her yerde bu yoksunluğu göreceksiniz. Maldivler’den Paraguay’a, Batı Avrupa’dan Hindistan’a kadar böyledir. Bütün kahvelerde, lokantalarda, kantinlerde plastik sandalyelere oturacaksınız. Parklara ve çay bahçelerine serpiştirilmiş, çoğunlukla beyaz renkli ve kirli, bazılarında kırmızı renkli plastik sandalyeler… Oturduğunuzda bir türlü rahat edemediğiniz, sağa sola kaykılarak belinizi incittiğiniz, kıçınızı ağrıtan sandalyeler. Üstelik ya masanızın boyu ile uyumsuzlardır ya masadan uzakta kalırsınız ve bir masayı kendinize çekerek, bir sandalyenizi masaya çekerek, sürekli bir boğuşma ve kavga arasında sizi yoran plastik sandalyeler.
Oturduğunuzda etrafınızı saran onlarca plastik sandalyenin havaya bıraktığı naylon kokusu ve ıslak bir bezle siline siline rengi kaçmış, her nev’i kırıntının, çayın, toz şekerin izini, lekesini taşıyan masalar. Etrafınıza bakın… Mesela duvarlara. Saat plastik, pazar saatlerindendir. Alakasız bir manzara resmi vardır, naylondur ve genellikle bütün bir duvarı kaplayacak kadar büyüktür. Sağda solda asılı küçük çerçevelerin plastik yansımaları gözünüzü çizer. Çay bırakırlar önünüze, tabağı plastiktir. Plastik sandalyenizde boğuşarak çayınızı yudumlarsınız. Çoğumuzun ilk aşkıyla buluştuğu, karşılıklı oturup utana sıkıla kelamlar ettiği yerlerde ya sandalyeler plastiktir, ya masalar. Okul kantinlerimizde farklı mıydı? Ya üniversitenin kafesinde? Bindiğimiz otobüs, tren hatta uçak koltuklarının her yanı plastik kaplı değil mi? Elinizdeki kalem, bilgisayarın faresi, saçımızdaki tarağa, ayağımızdaki sandalete kadar naylondan, plastikten çepeçevre edilmişiz de, yaşıyoruz.
Bu kadar naylonlaşan bir insanlığın, bu gün ki hali de naylon gibidir. Yumuşak, omurgasız, buğulu, istediğiniz şekli almaya hazır, erise, parçalansa, toz olsa, yine de çirkin, biçimsiz ve cansız insanlık… Ey insanlık: çatalın bıçağın plastik… Güzelin sinesinde göğüsleri plastik, bağlamanın tezenesi elinde plastik. Hangi yâre, neyle türkü yakacağız?
Plastiğin anavatanı İtalya’ydı. Sonradan bütün dünyaya yayıldı. Şimdi elimizi neye atsak, kap kacak, bardak, sürahi her şey plastik. Çocuklarımızın oyuncakları, yatağımızın başlığı, evlerimizin duvarlarına, kapılarına kadar bir sürgün hastalık, bir veba gibi her yanımız plastik. Çorbamızı karıştırdığımız kepçe plastik, ayağımıza çektiğimiz pabuç naylon olunca, plastik dünya maketlerinden coğrafyaları hafızamıza alınca neler değişti neler… Sevgilimize yazdığımız sessiz sedasız mektuplarımızdır naylon. Bir hayal kurup anlatacağımız vardır; plastik tuşlara basarak yazarız ekranlara. Kara tahtaya kalkıp tek ayaküstünde beklediğimiz günler geride kalmıştır. Şimdi gıcır gıcır öten plastik bir kalem vardır elimizde ve silindikçe kararak bir naylona yazarız ilk kelimelerimizi.
Ah o kara tahta olsaydı da, öğretmen kafama tebeşir fırlatsa razıydım. Yeter ki şu yazarken, inceden inleyen şu keçeli plastik kalemler olmasa
Artık türkülerimizin hüzünlü, yanık ezgileri yerine, naylon heyecanlarla argolarla şarkılar türetiyoruz. Şimdi sevgilimize taze goncalar yerine, plastik yukalar, Japon şemsiyeleri hediye ediyoruz. Taş gibi ağır ve adaplı sözlerimiz çok gerilerde kaldı. Küfürlerimiz bile eridi, yumuşadı, naylonlaştı.
İnsanlığın oturduğu, uyuduğu yerin değişmesiyle başladı. Toprağa bağdaş kurup karnını doyuran, sırtını güneşle sımsıcak kayalara dayayıp uyuyan insan, bugün plastik masalarda yemeklere kaşık sallamakta, yerden karış be karış yüksek döşeklerde rüyalanmakta. Sırtı naylondan mantolarla yağmurdan korunan, çiçeği plastik saksılarda tomurcuklanan insan da naylonlaştı. Yârinin gözlerini gözlerine kazıyıp semalara dualar eden insan, bugün plastik CD’lere çektiği rengârenk sevdaları izleyip yorulmakta, yorulmakta, daha da yorulmakta. Evet, plastik yorucudur. Çünkü neredeyse ölümsüzdür. Tahtanın ömrü vardır. Toprağın, kâğıdın, camın, etin, kemiğin, çamurun ömrü vardır. Hiçbir toprak kap insanla yarışmaz, yormaz. Hiçbir ahşap sandalye insana kafa tutmaz. Kucaklar, besler, zenginleştirir. Oysa plastik insanın ruhuna aykırı, ruhuna inattır. Eskimez, dağılmaz, ayrışmaz. Bir pet şişe, yüzlerce yıl denizde yüzer. Karaya vurur, toprağa gömülür. Ama kalır, öylece kalır. İnsana, doğaya isyandır, başkaldırıdır bu. Oysa toprak sürahiden içtiğiniz serin su kadar azizdir sürahi… Düşer de kırılırsa, aslına döner. Bir avuç toprak olur. Ta ki bir mahir el onu tekrar çamur edip, yoğurup şekil verene kadar…
Bu plastikleşme, naylonlaşma iddiası ruhumuza öyle işlemiş ki; naylon bir poşetten farkımız kalmadı. Bizi doğuran, emziren, besleyen, büyüten doğaya kafa tutar olduk. İlle de uzun yaşayacağız ve hatta ölümsüz olacağız. Tahta bir kaşık kadar bile manamız olmadan yaşamış olmaya gözlerimizi sımsıkı kapatıp, bir market poşeti gibi uzun ömürlü olmayı dert etmişiz. Kâğıda dökülmüş iki kelime gibi ölümsüz olabilmek dururken, biz ‘blog’lardaki plastik harflerin ebediliğine kapılmışız.
Ebegümeci, çobançantası ve kekik kaynatıp geçirdiğimiz ağrılarımıza deva, naylon haplar oluvermiş. Yürüyüp, koşup nefes nefese tırmandığımız ovalar, yaylalar, şimdi plastik balonlara binilip, havada süzüle süzüle gezilir olmuş. Tuzlu denizde kulaç atıp ayak bastığımız sahilde uzanıp kalacağımız bir avuç kumu da bırakmamışlar. Plastik şezlonglara uzanan insanlık… Ey insanlık: çatalın bıçağın plastik… Güzelin sinesinde göğüsleri plastik, bağlamanın tezenesi elinde plastik. Hangi yâre, neyle türkü yakacağız?
Saçına uzanasım var yârim… Elime postişin takılacak, korkarım. Bir nazar boncuğu iliştireceğim mintanına, plastik çıkacak utanırım. Uzanıp yıldızlara bakalım desem, havada iğde kokusu olsa, sana bir türkü yaksam:” Garibim can yakıp gönül kırmadım, Senden ayrı ben bir mekân kurmadım. Daha bir gönüle ikrar vermedim. Batınım sen oldun zahirim sensin, Evvelim sen oldun, ahirim sensin.” Gidersin, korkarım.