Ülkemde yazarlar ölü doğum yapan kadınlar gibidirler!.. Çünkü içlerinden geldiğimiz içimizdeki insanları anlamıyoruz. Anlamayarak biz, bize yakın olanları uzak ettik. Anlamak uzakları yakın etmektir oysa.
Evvelden edipler; kimi yazdığını yaşar, kimi ise yaşadığını yazardı… Yazdığını yaşayanlar kanımca daha kalıcı oluyordu. Mevlana gibi, Yunus gibi, İsmail Hakkı gibi, Fazıl gibi, Akif gibi, Nazım gibi, Bayatlı gibi, Arif gibi ve daha niceleri gibi… En önemlisi Hz. Muhammed(sav) gibi ve bütün peygamberler gibi söylediğini yaşayan… Yaşadığını yazanlar ise saman alevi gibidirler. Ya bizler, bizim yazarlığımız kurgudan ibaret, duyumdan ibaret… Hepimizi kastediyorum biz yazar olabiliriz, ama asla aydın değiliz. Bugün için en görkemli derbarları olan nice kalem erbabı yaşadığını bile yazamıyor. Ama gerçek mütefekkirler, düşünür yazar ve yaşar…
Hal böyle iken; içimizdeki insanları nasıl anlarız? Oysa kendimizi keşfetmenin en güzel yollarından biridir, içimizdeki insanları anlamak… Kaçımız farklı bir coğrafya, farklı bir kültürün algılarını anlayabiliyoruz… Başat varoluşlarımız arasına değil, en başına anlamayı yerleştirmemiz lazım değil mi? O zaman yazmayı hak ederiz, yazınca da yaşamayı…
‘Yaşamak’ ki bütün yazın türlerinin sınırlarını zorlar, kelime kalıplarına sığmaz… Niçin yazarız? Diye sorulsa; sanırım “anlamak ve yaşamak” için deriz… O zaman anlamak ve yaşamak için içimizdeki insanların tepelerinde değil yanlarında yürümemiz gerekmez mi? Unutmayalım ki bize en uzak olan yazamadığımız değil anlayamadığımızdır.
Yazmak korkaklık, yazmak kolay… Yaşamak zor, yaşamak insan kardeşlerini anlamaktan kaçmamak, yaşamak cesaret…
Evet, günümüzde söz ile hal arasındaki ilişki değişti… Korkaklığımız kelimelere de aksetti. Yazılarımız kurgudan, şiirlerimiz imgeden, yaşadıklarımız cam ekran karşısında olanları izlemekten ibaret…
Savaş başlayacak gibi deriz. “olası savaş”, “olası operasyon” diye yazarız. Savaşa karşı durmamakla savaşı başlatan biz değil miyiz? Yarın ‘savaş’ biter, ‘barış’ı yazarız. Hani nerde yazarların savaşa karşı barış duruşları? Hani şairlerin barış şiirleri, hani barış şarkıları?.. Savaş bitsin biz yazarız! Biz yaşamıyoruz… Biz sadece ‘yazar’ız. Biz ‘aydın’ değiliz. İçinde bulunduğumuz karanlıktan şikâyet ederiz, kelimelerimizle karanlığı hep biraz daha koyulaştırarak. Halkı suçlarız yaşadıklarından dolayı, cahil halk der, yazarız. Terörü yazarız, türbanı yazarız, başkasının ne düşündüğünü yazarız…
Hiç yaşamadıklarımızı da yazarız. Öngörü tartımız bozuk! Dünya döner biz ‘yazar’ız! Oysa terörü yaşayanlar sadece yaşarlar ve yaşadıklarını yazma gereksinimi duymazlar. Köyü yakılan birisi nasıl yakıldığını yazmaz. Öldürülen bir köy öğretmeni nasıl öldürüldüğünü yazmaz. İnancı, başörtüsü yüzünden düşünme ve yaşama hakkı elinden alınan yazmaz.
Onlar sadece yaşar! Bizse sadece ‘yazar’ız. Biz yazdıklarımızı hiç yaşadık mı, yaşayabilecek miyiz bir gün? Var mı yazdıklarını yaşayan yazar günümüzde? Yazmak hiçbir zaman yaşamak demek değildi, olmadı… Yaşamak bir dağa yaslanmak kimi zaman/ kimi zaman yaslandığın dağın ihanetine uğramak ve kaçmak/ yaşamak bir oğlu askerde, diğeri dağda dönmeyeceklerini bile bile beklemek/yaşamak bir annenin hangi oğlundan yana koşacağını şaşırması/ ve oğullarının karşılaşmaması için duaya açılan eldir yaşamak
Şöyle bir düşünelim… Ülkemde teşiyle yün eğiren kadınların mutluluk resimleri oldu mu hiç? Mesela denizde martılara ekmek kırıntıları attılar mı? Kıpır kıpır, kabına sığmayan aşklarından coşkulandıkları oldu mu? Aşk onlara yasak, aşk onlara uzak… Çocuklarıyla el ele bir luna parka gidip çarpışan arabalara bindiler mi? Yoksa onlar arabaları, çocukları gurbet ele çalışmaya giderken geçirdiği trafik kazasından mı bilirler. Onların çocukları… Başlarında ölüm bulutları, çocukları büyümüyor ülkemde hiç. Siyasi haritalarda boşaltılmış bir köy ve annelerin ıslak gözleri kalan tek miras… Boynu kırık dağ çiçekleri, bozkır gülüşlü çocukların daralan dünyada daralıyor umudu… Sevdiklerini söyleme fırsatı bulmadan sevdiklerinden ayırır onları ölüm… Bir gün yol kenarında bir çocuk; elinde yeşil soğan ve ekmeği, ısırarak! “Ey yeryüzü! Ey insanlar! Bana kardeşlik şarkıları söylemeyin. Yoksa beni kucaklamak için midir bana doğrulttuğunuz bu namlu!.. Yaşamamak nasıl bir şey biliyor musunuz?” diyerek tek ayak üzerinde sekiyordu. İyice yaklaştığımda bir ayağının olmadığını gördüm! O an orada olmak ağır yük, yaşayamama yükü…
Onları ve onlar gibi nicelerini anlamak… Onlar yaşamın ve umudun rengi. Her taraf onların gülüşlerinin rengiyle kaplı, yeryüzüne sıcaklık veren tebessümün rengi onlar; esmer, sarışın, kumral… Onlar beyaz, onlar siyah… Bilmem ki hangi dilde, hangi sözcük anlatmaya kifayet onları. Susuz bırakılan güllerdir onar! Ümmî Sinan’ın deyimiyle;
“Gül alırlar, gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Gülü gül ile tartarlar
Çarşı Pazar güldür gül”
Bu gülleri planlanmış öfkelerin, zapt edilemeyen kinlerin istilası altındaki fikrî masturbasyonlara sürgün etmeyelim.
Onları sadece yazmayalım, bizden farklı düşünenleri anlamaya çalışalım. Yazdıklarımızla yaşananları daha yaşanılır hale getirelim. O zaman her şey daha güzel olmaya koşar…
Evet, yazmak ya da yazarlık; insanların çoğunun kendisinde saklı olduğunu bilmediği gönlündeki defineye ulaşmak için yapılan kazıdır. Sözlerinde bulamadığının arayışı, his ve düşüncelerinde muhakkak geçtiğine inandığını onlara söyletir yazmak eylemi… Yağmak için birikip yerinden kopan yağmur bulutları nasıl tutulamıyorsa, yazmak içinde ustan kopan kelimeyi hiç kimse alıkoyamaz. Nasıl ki yağan yağmur toprağın ihtiyacına cevap veriyorsa yazmak da yaşamı doyurmak için, dünyayı daha yaşanılır hale getirmek için bir cevaptır. Belki de yaşayacak bir şeyi olmayanlara yaşamaları için yazmak… Ama bunun için önce anlamak. Bilmem hangi yazar okurlarından “benim yaşadıklarımı, düşüncemi, duygularımı, adeta yüreğimi yazmışsın, o bir türlü konuşturamadığım dilim olmuşsun” gibi sözler duymamıştır. Tam bu noktada Murat Çiftkaya’nın “Yazı nereden çıkıyorsa, varıp dokunacağı yer okuyucunun tam da orasıdır.” sözüne katılmamak olmaz. “Her yaşadığımı yazıyorum” diyen yazarlara da inanmıyorum. İnsanın her yaşadığının; duygunun ve aklın tartısında bir değeri, bir ifadesi var mı ki? Her yaşadığını değil ama yaşadığını düşündükten sonra yazmak aslolandır derim. Hele yaşadığını içselleştirememişsen nasıl yazabilirsin. Yazarlar okurlarından “senin gibi yazsaydım işte o zaman yaşardım” cümlesini de hep duyarlar. Tam bu noktada hepimizin adına nerden aklımda kaldıysa, kimden okudumsa; “Yazmayıbileydim, yaşar mıydım hiç?/Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç?…” dizeleri ne güzel cevap veriyor.
Yaşanmış bir kaderi yazmak sıradan bir şey olsa gerek ama yazılmış kaderi yaşamak öyle midir?
Bu bağlamda ülkemin yazarları anlamaktan da öte hiç yaşayamıyor. Yaşamanın kılcal damarlarındaki akıntıda ne çok acılar var. Bu çok acıdan da anlaşılıyor ki yazanlar, yazılarında olduğu gibi yaşamıyorlar. Gönül dillerindeki kekemelik bundandır. Belki de yaşayamama derdini yazarak dile getiriyorlar. Yaptıkları yazma saplantısından başka bir şey değilse; bugüne dek ülkeyi yönetenleri, yazar ne kadar yönlendirebilmiş? Yazarlar, toplumu hafife alıyorlar. Oysa onları en çok okuyan elit olan değil ezilendir… Halk beni okusun, ama ben kurum kurum kurumlaşayım yaklaşımı saplantıdır, iki yüzlülüktür! Ve bilin ki biz yazarların da apoletleri var artık! Bizlerin içimizdeki insanları, yani sizleri ne kadar anladığımız, yanınızda değil tepenizde yürümemizden ne tür beklentilere hamile olduğumuzu gösteriyor… Kezzap suyu gibi yüreğimi kavuruyor bu umarsızlık, bu kayıtsızlık. Tam da bu sırada Cahit Sıtkı benim yerime söz alıyor.
“Ağla gözüm ağla haritamız kan içinde.
Kabil’in akıttığı kanmış durdurulamazmış;
Dünyamıza karanlık bir vahdet getiriyor;
Cümlemize, cümlemize mihnet getiriyor.
Ağla gözüm ağla haritamız kan içinde”
Öyle ki sadece yazarlar değil, toplumu yöneten ve yönlendiren her kesim içinde bulunduğu insanları anlamaktan yoksun. Lakin silah kaleme galebe gelmişse, hayatın çirkin yüzünü yaşıyorsak bunda yazar, en büyük payı kendine çıkarmalıdır. Yine unutmayalım ki halkların kardeşlik ve barış köprüsü yazarların kalemidir. Halden anlıyorsak bu kalemi gönül yollarını ayırmaya değil birbirine bağlamaya adayalım. Bu vesileyle; ülkeme, anayurduma, selam olsun. Selam olsun benden ülkemde yaşayan bütün halklara, bütün insanlarına… Yaşadığınız acıları her zerresiyle yüreğimde hissediyorum ve bir şiirimde dile getirdiğim gibi biliyorum ki sevmek henüz geç değil…
Gerçekten harika bir yazı… İlk defa okuyorum ama çok gerçekçi ve dürüst bir kalem. Umarım bundan sonra takip ederim