Çıkar Yol mu, Kaos mu?
90`lı yılların başlarıydı, Orhan Pamuk`un yazdığı “Kara Kitap”la girdi hayatımıza post-modernizim. Gerçi, ilk defa Amerikalı şair Frank O’Hara’nın şiirlerinde gördük o bakış tarzını. Modernizmin “ Nasıl?” sorusuna karşın, post-modernizim “Ne?” sorusunu ön plana çıkardı. Modernizmin “bütün” e verdiği önemi yıktı ve çağımızın modası oldu. Herkes kendi bildiğince kullanmaya çalıştı onu. Alışılagelmiş olsun veya olmasın, kabullenilmiş herşeyi sorgulamaya başladı. Bence bu sorgulama çoğu yerde biraz da sınırını aştı. (Orhan Pamuk’un, “Kara Kitap” adlı eserinde Mevlana ve Şems ile ilgili yaptığı yorum gibi.)
Hepimiz, televizyon izliyoruz izlemesine de, acaba post-modernizmin reklâmlar içersinde kullanılış şekline dikkat ediyor muyuz? Tabii ki hayır. Geleneğin içersinden kopup da gelmiş, bir dönem Türk insanının, sosyal yaşamın eğlencesi olmuş, Ramazan gecelerinin vazgeçilmez öğesi olan Hacivat ve Karagöz’ün reklâmlar içersinde kullanımı da post-modernizmin bize bir hediyesi değil midir? Sonra, “sprite” reklâmına bakıyorum; alışılagelmiş kalıpları kırıyor bu reklâm. Mesaj çok açık: ”İmaj hiçbir şeydir, susuzluksa her şey. Susuzluğunu dinle.” Kullanılan kişi de, milli basketbolcumuz Hidayet Türkoğlu. Ailesi, arkadaşları sorguluyor hayatını. Şunu ol dedik, bunu ol dedik… Sonuçta kalıpları kırıyor kahramanımız. İmajı reddediyor ve basketbolcu oluyor. İşte gerçek sorgulama, bütünü yok etme, kaos oluşturma, kabulleri yıkma burada ortaya çıkıyor. Gözümüzü açalım, post-modernizim, çevremizdeki herşeyi kullanıyor. Teknoloji, bilim teknik, medya, televizyon, sinema… Sanatçı onun malzemesi oluyor ve böylece post-modernizim ticaretin hizmetine giriyor. Dolayısıyla da bizim dünyamızın içine…
Televizyonda, toplumu derinden etkileyen, izlenme rekorları kıran birkaç diziyi mercek altına aldığımızda da, post-modernizmin gelenekten yararlanan yönünü yakalıyoruz. Yıllardır herkesin izlediği “Bizimkiler” dizisi, gerçek hayatı yansıttığı için, geleneğimizdeki insan tiplerinden oluştuğu için, bunca senedir seyredilmiyor mu? Bir dönem nüktelerine ve sözlerine güldüğümüz “Sürahi Hanım” tiplemesi, yüzyıllardır varolan “gelin-kaynana” tartışmasının geleneğimizden çıkıp bugünkü modernize edilmiş şekli değil midir?
Peki ya, geçmişte herkesin, çoluk çocuk izlediği “Çocuklar Duymasın” adlı dizideki “Haluk” tipi, o da biraz olsun geleneğimizdeki –belki tam uygun olmayacak ama- maço erkek tipinin modernize edilmiş hali değildir de nedir?
Sanat hayatındaki durum da aynı. Gelenek ve sorgulamanın savaşı ve başrollerde ticaretin buna alet edilmesi… Müzik piyasasında, yıllardır yeni parçalar üretilmezken neden sanatçılar eskiden seslendirilen parçaları (şarkıları-türküleri) kasetlerine okuyor veya yorumu biraz değiştirip önümüze getiriyorlar? Bir dönem moda olmuştu hatırlar mısınız? Pop ve rock müziği ile uğraşanların halk türkülerini
(Cilveloy, Atabarı…) yorumlamaları… Bu ya post-modernizimden kaynaklanıyor, ya üretememekten, ya da millet olarak nostaljiye düşkünlüğümüzden… Karar sizin.
Sinema dünyasında da aynı şey söz konusu değil mi? Daha önceden çekilmiş filmlerin sinema ekranına tekrar taşınması, bilim-kurgu filmlerinin ön plana çıkması, acaba post-modernizmin kurmaca dünyalarımızın sınırlarını zorlamasından mı kaynaklanıyor? Bilinmez, ama bildiğim bir şey var ki, o da, eşyanın insan hayatına tesiriyle oluşan yalnızlık psikolojisi ve karamsarlıkta, post-modernizmin etkisi büyük. Artık insanların gerçek ve dünya ile ilgili sorgulamaları değişti. Eskiden, veya şöyle dersek daha doğru olur; post-modernizimden önce, bilgi nasıl elde edilir, kimler, nasıl, neyi bilebilir sorusunun yerine; bugün varolan dünyaları nasıl anlayabiliriz, hangi dünyadayım, varoluşun ve değişik dünyaların farkları nelerdir, bunlar arasında nasıl iletişim kurulabilir? Gibi sorular kafamızı kurcalıyor. Post-modernizim, kafamızı karıştırıp bir çıkar yol bulmaya çalışırken belki de bizi bir kaosun içine çekiyor.
Bütün bu anlattıklarımla nereye mi varmak istiyorum? Cep telefonunun, internetin ve diğer iletişim araçlarının tesiri altındaki insanlık bundan nasıl kurtulacak sorusunun cevabına tabii ki… Post-modernizmi kullansak da kullanmasak da çıkış yolu gelenekte yatıyor bence. Zaten, post-modernizim de geleneği bugüne uyarlamaya çalışıyor. Hiç düşündünüz mü bilmem? Bizdeki meddah geleneğini modernize edip önümüze yeniymiş gibi çıkartan bugünkü stendapçılar değil mi? Cem Yılmaz, Beyaz, Yılmaz Erdoğan ve diğerleri,
kültürümüzde varolan bir geleneği alıp modernize ederek önümüze yeniden çıkarmadılar mı? O zaman çıkış yolu gelenekte ve kültürümüzün içinde yatıyor desek yanlış olmaz.
Geleneği tamamiyle özümsemiş ve onu gelişen teknolojinin tesiri altındaki kültürün içine adapte edip uyarlayacak, bunu yaparken de, bugünkü yaşam standartlarını göz ardı etmeyecek sanatçılara ihtiyacımız var. Fakat tarihi, kültürü geleneği, doğayı, çevreye uyumu, kısacası herşeyi sorgularken, geleneğin normlarına aykırı düşmememiz lazım. Eserlerimizi oluştururken çok yönlü düşünmeli, her tekniği kullanmalı ve toplumumuzu bozacak her hareketten kaçınmalıyız. Post-modernizim insanlığı ileri götürmek için; insanların arasını açmak ve toplumu bölmek için değil. Elimizdeki silahı doğru hedeflere yöneltmeliyiz, yaralı işler için kullanmalıyız. Böylece hem biz kazanacağız hem de toplumumuz… Bütün bu anlattıklarımdan sonra post-modernist bir cümle ile yazıma son verirken, bu cümleden herkesin kendine göre bir anlam çıkaracağını ümidediyorum:
Hayatımızın girift bir çıkmaza girdiği, eşyanın insan hayatına bu kadar tesir ettiği şu devirde, ikilemler içersinde kalan insanların mutlu olmak için kurduğu hayaller, bu dünyadan çok uzakta…