Sözün ortasından başlamak istiyorum.
Geçen haftadan beri Balıkesir Edremit Devlet Hastanesinde trafikteydim.
112 Acilden tutun, girişte ki hasta karşılama memurlarına kadar sağlık ekipleri mükemmel bir ahenkle yol alıyorlar. Her çalışan görevini canı gönülden yapıyorlar.
Ama aması var işte.
Çünkü;
Hasta çookkk ama doktor yok.
Doktoru buldunuz, diyelim sizi bu kez imkansızlıklar karşılıyor.
Örneğin; doktor sizi dinleme gibi bir zamanı ve lüksü yok! “Neyiniz var?” Sorunuz havada asılı kalıyor!
Siz daha elinizle göğsünüzü tutup ” doktor hanım gece uyuyamıyorum, ateşim ve baş ağrısı…” Derdinizi diyemeden, doktor makro bakış açısından baktığı bir diyalektikle sizi hemen anlıyor. Zamanla yarışıyor sanki. Yanında ki sekreteri size bir fiş uzatıyor
_”Rontgene gidin, akciğer grafinizi çektirip hemen gelin.”
Orada ”
hemen gelin” sözcüğüne takılıp ” zınk,” diye duruyorsunuz!
Doktor kaşını kaldırıp sekreterine diyor:
“Anlamadı, ya da anlamak istemiyor.”
Oysa anlıyorum. O dakikada saatime bakıp rontgene gittiğimde hemen gelemeyeceğimi, düşünüyordum.
Çaresiz röntgen bölümüne gittiğimde tahmin ettiğim rekor seviyede ki kalabalıkta kayboldum. Numaramı aldığımda 599 sayısına bir de kapının üzerindeki numaratöre baktığımda doktorumun ” hemen gelin” direktifine uyamayacağım, telaşına kapıldım. Zira tam önümde 30 hasta vardı. Saatime baktım: Öğle tatiline 25 dakika vardı!
Bu şu demekti: Doktor haklı olarak öğle yemeğine çıkacaktı.
Kaygılarım, korkumu besliyordu.
Kanser tedavisi sonrası bağışıklığım düşüktü. O dakika bulunduğum alan; deva arayan farklı branşlara gelmiş hastaların inleme, öksürük krizleri, maskesiz hapşırık sesleri yanı sıra kırık, çıkık, acilden gelen travma hastalarıyla adeta o alanı NAZİ KAMPI’na çevirmişti.
Üzerine oturulacak tek yasak eşya koridorda ki radyatör idi… Ona da yaşlı bir kadın hem portmanto olarak eşyalarını koyup oturmuştu.
Beş dakika dahi ayakta duramıyordum. Başım dönüyordu.
Havasız dar bir koridorda soluğum kesildi.
Ateşim var…
Ağrım var…
Nefes alamıyordum…
Sık sık öksürüyordum.
Üstelik bırakın hava almayı ki havada röntgen odasının o kendine has kokusu yanı sıra acilden sedyelerle ” açılın, yol verin” talimatına uymak adına hastalar duvarlara ve diğer hastalara yapışıyorlardı.
Dayanamadım. Başhekime çıktım. Sekreteri adeta SS subayı gibi beni dinledi, ama…. Aması var işte…Verdiği yanıt öyle amiyane ki…
“Başhekim meşgul, sizi bu ufak sorunu çözmeniz için hasta hakları bölümüne gitmenizi öneririm,”
Hasta haklarına gittim. Genç bir konu mankeni bayan, önce beni dinledi. Yanıtı şu olmuştu:
“Size hak veriyorum. O bölüm çok dar olduğu için hasta bekleme sandalyelerimizi kaldırmak zorunda kaldık. Yapacak bir şey yok!”
Anlat derdini Marko Paşa’ya…
… Osmanlı zamanında asıl adı Marko Pitsipios olan Rum asıllı saray doktoruymuş. Padişah “paşa” ünvanıyla onu sarayında görevlendirmiş. Lakin bu paşa, ya Türkçe bilmiyor veya bilmiyormuş edasıyla kendisine gelen hastalara hep aynı klasik soruyu soruyormuş:
“Neyin var?”
Hasta anlatıp, anlatıp ne varsa içinde ki derdini söylüyormuş. Hasta susana kadar onu dinler gözüken Marko Paşa; başını sallarmış.
Yine aynı soruyu sorarmış:
“Başka neyin var?”
Bu diyalog sürüp gidince, hasta oradan öfkeyle ayrılırmış. Yakınları sorarmış:
“Nasıl oldun, gittin mi doktora?”
Hasta sinirle;
“Ne iyi olması yahu! Derdimizi anlatıp durduk Marko Paşa’ya…”
İnsanlar çözüm bulamadıkları sorunlar sonrasında şöyle derler:
“Anlat derdini Marko Paşa’ya…”
.
Sonuç itibariyle o hasta yığınları arasından nasıl daha sağlıklı çıkabileceğini, düşünüp durdum:
Edremit Devlet Hastanesinde;
Başhekim de yok…
Doktor ve hastalar çaresiz?
Lakin asıl soruna çare de yok…
Herkes konu mankeniydi.
Günümüzde hastanelerde ki sorunları çözme birimi de Marko Paşa’dan farkı yok!
Anlat derdini Marko Paşa’ya…
Veya Cimer’e…
Emine Pişiren/Akçay
Dip not: Fotoğraf ve video Emine Pişiren arşivinden alınmıştır.