“Gönül” öyle efsunlu bir mefhumdur ki, telaffuz edildiği an muhatabındaki bütün kaleleri yıkacak güce ulaşır. O, açılmayan kapıları açan bir anahtardır ve onun yarattığı depremlerin şiddetini hiçbir alet ölçemez.Bazen kendimizle baş başa kalmak isteriz, kaçarız bir şeylerden. Dertleşiriz kendimizle, ağlarız, hayatı düşünür ve iç dünyamızda pişmanlıklar yaşarız ya, işte o zaman Yunus’un “bir ben vardır benden içerü” deyişindeki “ben” ortaya çıkar. Bu bizde yaşayan diğer “ben”in, hiç beklenmedik bir anda, bizi ziyaretidir aslında. “Hüma kuşu” gibi onu gören yoktur ancak seslendiği ve dillendiği zaman onun varlığını hatırlarız. Ayrıca sanatkârlarda bu halin çokça yaşanması ‘kişiyi sanat eserine yaklaştıran haldir’ diye açıklanabilir.
Gönül kelimesi üzerine ne yazılırsa yazılsın onun derinliği tam olarak anlatılamaz ve kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerde imdadımıza koşan onun bir muamma olduğu gerçeğidir. Aslında gönül insanda özü ifade eder ve yanardağın içindeki magma tabakası kadar yoğun ve sıcaktır. Onun aynı bir volkan gibi ne zaman patlayacağı belli olmaz. Bir defa harekete geçti mi, durdurulması imkânsız bir güç haline gelir ve önüne set çekilemez. Ayrıca, Türk edebiyatında nazma ve nesre ait sanat eserleri incelense, “gönül” kelimesini kullanmayan şair ve yazar olmadığı gerçeği ile karşılarız ve tabiki içinde Gönül kelimesi geçen şiir ve yazılar ancak binlerce ciltten oluşan bir ansiklopedi içinde toplanabilir.
Yahya Kemal’in “saf şiir” dediği şey, herhalde içimizdeki ben’in ortaya çıktığı anlarda mısralarımıza yansıyan kelimelerden oluşan bu yapıdır. Yahya Kemal’in, ‘Özleyen’ adlı şiirinde,
“Gönlümle oturdum da hüzünlendim o yerde,
Sen nerdesin, ey sevgili, yaz günleri nerde!
Dağlar ağarırken konuşmuştuk tepelerde,
Sen nerde o fecrin ağaran dağları nerde!”
mısralarıyla ‘Gönlü’ kişileştirmesi ve onunla dertleşmesi; ‘Bir Başka Tepeden’ şiirinde ise,
“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.”
diyerek İstanbul’u, bir insan için en değerli yer sayılacak ‘gönül tahtına’ oturtması, Y. Kemal için gönlün önemi ortaya koymaktadır.
Mevlana’nın söylediği, “hamdım, piştim, yandım” meselesinde ise en son merhale olan ‘yanmak” hâli, gönlün yanmasıdır ki, bunu Hacı Bayram Veli,
“Noldu bu gönlüm, noldu bu gönlüm
Derd ü gam ile doldu bu gönlüm
Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm
Yanmada derman buldu bu gönlüm”
söyleyişiyle dile getirmektedir.
Tasavvufta, ‘gönül’ insan için en önemli olan şeydir; çünkü aşkın tecelli ettiği yer orasıdır ve gönlün içinde “Süveydâ” denen kara bir nokta vardır ki, işte gerçek aşk burada tecelli eder. Tasavvufta gönül, Allah’a açılan kapıdır. Onun yıkılması demek bu kapının kapanması demektir. Aşksız kalan insan da yaratılış gayesinden uzaklaşmış olur. İşte bu yüzden tasavvufta gönül kutsaldır ve ‘Allah’ın Evi’ kabul edilir. Yunus’un, “Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil” söyleyişindeki manayı da bu bağlamda değerlendirmek lazımdır.
Yine Yunus’un, ‘Aşk gelecek cümle dertler bitecek’ söyleyişi, aşkın gönle hâkim olmasıyla ilgilidir. Bu konudaki sözlerimi, ‘Süveyda’ya Mektuplar’ çalışmamdaki, şu cümlelerle bitirmenin manidar olacağını düşünüyorum:
Aşk, seni tarif edebilmek ne mümkün ve hangi sözcüklerle seni anlatmaya kalksam kelimeler kifâyetsiz kalır. Süveydâ, ne yücesin. Aşka mukavemet edebilecek kadar güçlüsün. Sen olmasaydın, aşkı nerede yaşatacaktık?
İnsanı var eden üç kuvvet varmış: “Akıl, nefs ve gönül”. Bu üç güçten ikisi, mütemadiyen bir harp halinde “gönül” kalesine sahip olmaya çalışırmış. Ona hâkim olan, insana da hükmedermiş. Gönlün tam ortasındasın Süveydâ. Sana sahip olan, “kalp diyârının” efendisidir; seni tanımlamak, aşkı çözmek demektir. Sen, aşkla varsın; seni aşksız kılmak , dermânsız kılmakla müsâvidir. Sen aşkta açarsın, aşk sende açar. Sen, güllerin sultânısın; her âşığın ulaşmak istediği son noktasın.