Bugün kendimi çok yordum galiba diye söylendim kendi kendime… Çiftlik binasından Ulu Meşeme doğru yorgun, ağır adımlarla yürürken bakıcının kızına seslendim. “Kızım bana bir yorgunluk kahvesi yapıver. Gelirken de cigamı unutma.”
Ulu Meşemin dibindeki sandalyeme çökerken, gözüm Ulu Meşeme takıldı. Gayr-i ihtiyarı hazla gülümsedim, sevinçle “bahar ne çabuk geldi dedim içimden… Ulu meşemin de yaprakları uç vermeye başladı. Hâlbuki daha geçen hafta hiçbir emaresi yoktu.”
Sandalyeye yayılırken, “şu sırt ağrıları da öldürecek beni.” İkindinin akşama dönmüş güneşinin sıcaklığını sırtımda hissettikçe mayıştım… Kendimden geçmişim.
x x x x
Aç karnına akşamın erken saatinde uyursan, işte böyle gecenin bir vaktinde uyanırsın diye söylendi. Yattığı divandan ayaklarını yere saldı, sağına, soluna kayıtsızca baktı. Ne yapacağını kestiremez durumda öylece kaldı.
İyice kendine geldiğinde, ani kararla yatağına sırtüstü uzandı. Anlamsızca gökyüzünü seyretmeye başladı. Şantiyede kaldığı barakanın damı şeffaf naylonla örtülmüştü. Hemen bitişiğindeki Ulu Çınarın dalları nerede ise barakanın damına değiyordu.
Şantiyenin karşısındaki Vilayet Konağına istinaden o mıntıka haddinden fazla ışıklandırılmıştı. Kışın yapraklar döküldüğünde Çınar ağacının dallarını nerede ise bütün ayrıntıları ile görebiliyordu.
O gece hava açık ve bulutsuzdu. “Ulan şu lambalar olmasa yıldızları bile seyrederdim, kim bilir?
Bahar henüz gelmişti. Çınar ağacının yapraklarının uç verdiğini hisseti. Çünkü dallar artık zor seçiliyordu. “Sıçankulağı kadar olmuşlardır herhalde” diye tahmin yürüttü.
Böyle durumlarda her zaman olduğu gibi Mal-u hülyalara daldı. İstanbul’a ilk geldiği yılları hatırladı.
Vaktiyle,
Yani Evren Paşanın memleketi kurtarmasından(!) önce, üniversite talebeliği daha sosyeteleşmemişti.
Fakültede eğitim görürken, hayat mektebinin de çetrefilli yollarında yürüyorduk. Bir anlamda hayatın anlamını kavramaya çalışıyorduk.
Şimdikiler gibi cilalı, afili masaların hayalini kurmaz, bir baltaya sap olmanın… Ondan daha önemlisi geleceğini kestiremeyen, ileri yaşına rağmen yarınlarını garanti edememiş çilekeş atamızdan dersler çıkarıp, kıyıda, köşede de olsa SSK’lı bir işe sahip olmanın hayali içindeydik.
Zannederim biz bu amaçlar için öğrenim gören son nesillerdendik.
Bizden evvelki yani ’68 kuşağı dediğimiz nesil, buna henüz lise, hatta ortaokul çağlarında hayat mektebine başlamışlardı.
Daha henüz ana kucağında sabilerken, köyden gelip bir başlarına birkaç arkadaşı ile birlikte küf kokan iki odalı evlerde kalıp eğitimlerini sürdürmeye çalışan mekteplileri bilirim. Hafta sonları Ünye’ye uzak köylerine gidemeyenlere, babaları haftanın belli gününde yumurta, yoğurt, süt gibi pratik yemekler için nevaleler getirirlerdi. Öğlenleri yemek ihtiyaçlarını, babalarının anlaştıkları fırınlardan ya da okul yakınındaki bakkallardan yarım ekmek arası tahin helvalarıyla giderirlerdi.
Ben şanslı talebelerden biriydim. Biz şehirde otururduk. Lise sona kadar da öyle oldu.
Ve hatta…
İstanbul’a ilk gittiğim ’65 yılını saymazsak, ‘72’de İstanbul’a gittiğimde kalacağım bir evim, bana rehberlik yapacak bir ağabeyim vardı.
Diğer arkadaşlarım ya ucuz otel köşelerinde ya da kendilerinden önce öğrenime başlamış hemşerili arkadaşlarına sığınırlardı. Sonra, zaman geçtikçe, çevreye alıştıkça başlarının çaresine bakarlardı. Ya devlet yurtlarına kapağı atarlar ya da birkaç arkadaş birleşip daire kiralarlardı. Daire kiralamak da o kadar kolay değildi. Ya daireden çıkacak kiracı çıkmadan daireye yerleşirler, ya da emlakçi ile kafayı uydururlardı.
Cepleri dolu geldikleri iaşelerin bitimine yakın iki yakayı bir araya getirmenin, dolmuş parası dâhil her şeyden tasarruf etmenin derdine düşerlerdi. Memleketten ne zaman geleceği belli olmayan iaşenin sıkıntısını iliklerine kadar hissederlerdi.
Bu onlara birbirleri ile dayanışmayı öğretirdi.
İstanbul’da üniversiteye ablamın yanında kalarak başladım. Her ne kadar hesaplı olmayı bilsem de eniştem ve ağabeyimin sayesinde bu tür zorluklarla karşılaşmadım.
Sonra,
Eniştemin başka şehre tayin olması, ağabeyimin okulu bitirip İstanbul’dan ayrılması ile birlikte benimde hayatla baş başa kalma yıllarım başladı.
Her ne kadar okulum günlük siyasi olaylardan pek nasibini almasa bile, okul ve diğer masrafların yanında buzdolabı, çamaşır makinesi gibi bugünün sıradan eşyalarının olmadığı bir evde hayata göğüs germek kolay değildi. Ama diğer arkadaşlarımdan yine de daha şanslı idim. Ev sahibi akrabamızdı. Yanıma arkadaş almama şartıyla, cüzi bir kira ile oğlu evlenene kadar evde kalmama izin verdi.
Yine de hayat kolay değildi. Ama şikâyette etmiyordum. Hayatın genel akışıydı. Yorgun, argın aç bi aç eve gelip yemek yapmak, güğümde su ısıtıp kirlileri elde yıkamak ve hatta yıkanmak bile başlı başına bir uğraştı.
Eğer banyonuzda kazan varsa bu sizin için bir nimetti. Ben bunda da şanslı idim. Banyomda bakır kazanım vardı. Kazanımı haftada bir gün (çoğunlukla pazar günleri) yakar, banyomu yapar sonra kalan sıcak su ile kirli çamaşırlarımı elde yıkardım.
Dedim ya,
Ben yine şanslılardandım. Evde yalnızdım. Han odaları gibi kimin gelip, gittiği belli olmayan kalabalık talebe evlerinde, ya da her an can korkusu yaşamak zorunda olacağım devlet yurtlarında kalmadım.
Ama ne olursa olsun, talebelik ettiğim o beş yıl içerisinde hayatın tüm zorluklarını yaşamaya ve aşmaya amade yaşadım. Hiç de şikâyet etmedim, karşılaştığım her zorluklar karşısında çözüm ürettim. Çünkü mecburdum. Ya bu deveyi güdecektik ya da… Üniversite bizim için ilim yuvasından çok, sefillikten kurtulmanın, yarınlarımızı garanti etmenin kapısıydı.
Kısaca, üniversitede eğitimin yanı sıra dışarıda hayat mektebini de okuyorduk
Şüphesiz, diğer talebelerde benim gibilerdi… Hatta benden daha sıkıntılı olanlar vardı. Ama hepimiz (biraz az, biraz fazla) hayatın cenderesinden geçiyorduk.
O yıllarda, cep harçlığı olarak iki yakamı araya getirmekten çok, en çok hasretini duyduğum (her ne kadar evde becermeye çalışsam bile) bir ev hanımının elinden çıkmış bir tas çorba idi.
Öyle ya,
Ana kucağından kopup geldiğimiz gurbet ellerde ilk özlediğimiz, anamızın ellerinden çıkmış bir tabak ev yemeğini kim özlemezdi?
Kasımpaşa Kulaksız Yokuşunda ablamla kaldığım ilk evden üç yıl sonra, Cağaloğlu’nda Vilayet Konağının karşısındaki (şu anda Emniyet Müdürlüğü olan) yanan Defterdarlık binasının şantiyesinde ikamet etmeye başladım. Maaş mı? Hak getire… Ama cep haçlığımı da ihmal etmezdi patronum.
Kapak tahtalarından yapılmış şantiye binasının bitişiğindeki iki odalı baraka benim için bulunmaz nimetti. Üstü naylonla kaplı barakamdan çınar ağacının baharın gelişini karşılamasını bütün ayrıntısıyla izledim. Şantiye sorumlusu yaşıtım sayılan bir çalışanla birlikte kalıyorduk. Adı Mustafa idi galiba… Baraka bana aitti, o şantiye binasında kalıyordu.
Patronun bir küçük buzdolabından başka bir şeyimiz yoktu. Yemek işini şantiyenin küçük tüpünde hallediyorduk. Yemeğimiz çoğunlukla kışın hazır çorba ile bulgur pilavının yanında yoğurttu. Yazın domatesler çıktığında başyemeğimiz menemendi. Şimdilerdeki gibi her mevsimde her şey bulunmuyordu. Her sebze ve meyve mevsiminde yenirdi. Eğer çıkmışsa sosyete semti ve manavından başka yerde olmazdı. Pahası da bizim gibi iki yakasını bir araya getirmenin derdinde olanlar için değildi.
Arada bir televizyon seyretmeye pek de yakınımızda olmayan kahvehanelerden birine giderdik.
Ben o yıllarda, TRT’nin tek kanallı siyah-beyaz TV’sinde oldukça ilgi çeken Kaçak dizisine müptela idim. O da kahvehanede ne kadar izleyebilirsek!..
Günlerden bir cuma akşamı,
Kasımpaşa’daki Kulaksız Yokuşunda ablamla kaldığım binada akrabamız olan bina sahibi Hanife Teyzeyi ziyarete gittim. Orada ablam-sız kaldığım iki yıl içerisinde bana çok büyük emeği geçmişti. Zaman-zaman ilgilenmiyormuş gibi gözükse de beni uzaktan takip ettiğini hissederdim. Evse olmadığım sıralarda yedek anahtarı ile daireme girer, gözden geçirirdi. Eve girdiğini söylemez ama eksik bulduğu bazı şeylerin uyarılarını yapardı. “Mutfakta tezgâhın üzerinde bulaşık bırakma” derdi. Memlekete haberli giderdim, yoksa geri döndüğümde azar işitmem kesindi.
Gittiğimde artık iyice yaşlanmıştı, bütün ev işleri gelini Saime ablaya kalmıştı. “Sen açtırsın Yakup sana yemek vereyim” dedi.
Ben utangaç bir tavırla “yeni yedim, tokum” dememe rağmen sen ev yemeği özlemiştir-sin, bir simitle karın mı doyarmış.” Evde hazırda ne varsa önüme koydu.
Sonra çay faslı derken müptela olduğum Kaçak dizisi başladı.
Bizim nesil bilir. Doktor Kımbıl’ın karısını öldürdüğünden şüphelenilir, (adını hatırlayamadım) dedektif peşine düşer. O kaçar, dedektif kovalar. Tam yakalanacakken dizinin o haftaki bölümü biter, heyecan gelecek haftaya kalırdı. Dizi böyle sürüp giderdi.
Sürükleyici bir dizi idi. Zamanın meşhur Ceyar dizisi gibi içinde entrikalar olmadığı gibi, kim kimle ne işler çeviriyor da yoktu.
O gecem dolu-dolu geçti, karnım tok, ev yemeği yemenin hazzıyla oradan ayrıldığımda gece saat on ikiye geliyordu.
Çoğunlukla yağmurlu günlerin haricinde her cuma akşamları Kulaksız Yokuşu’nun müdavimiydim. O günü iple çeker olmuştum.
Sebep her ne kadar ziyaret ve Kaçak dizisi olsa bile, asıl neden Saime ablanın yemeklerinden tatmaktı.
Dönüşte, Kulaksızdan Cağaloğlu’na dolmuş olmadığı gibi, dolmuş parasını da hesap etmeliydim.
Kulaksız Yokuşunu iner, oradan Şişhaneye çıkardım. Yarı karanlık ve tenha Bankalar Caddesini inip Karaköy’e varırdım.
Bankalar Caddesini inerken nedense her zaman hep ürperirdim. Karaköy’e indiğimde rahatlar, Karaköy’ün hareketliliğinde kendimi daha emniyetle hissederdim.
Gerçi,
Alışkın olduğum, bana yabancı gelmeyen Kasımpaşa ve Şişhane’de o saatlerde tenha olurdu. Ama oralarda tedirgin olmazdım. Belki de o yıllarda anarşi daha oralara gelmediği içindi.
Karaköy’den Galata Köprüsüne geçer, birkaç dakika köprünün korkuluklarına dayanıp Halicin karanlık sularını seyreder, kısada olsa mal-u hülyalara dalar, sonra Eminönü’ne gelirdim.
Eminönü o saatlerde bile kalabalık olurdu. Eminönü’nün Galata Köprüsü ayağından Sirkeciye uzanan kıyısında sıra-sıra kayıklarda lüx ışıkları altında kayıkçılar balık ızgara satarlardı. Gündüzün hengâmesinden ve gürültüsünden kurtulan Eminönü’nde, gündüz gürültüsünün yerini balıkçıların canhıraş bağırtıları alırdı. Etrafa iyice hâkim olan balık kokusu insanı cezbe-derdi. Çevrenin gece vardiyası işçileri oradan ızgara balık ekmek alırlardı. Şehirde hayat durağanlaştığında Eminönü’nde yeni bir hayat başlardı.
Ne yalan söyleyeyim,
Kokuyu ciğerlerimde hissettiğimde, içim geçer ama karın tokluğu ve en önemlisi elimi cebime el atma tereddüdü beni her defasında vazgeçtirirdi.
Ama…
Buna rağmen Eminönü’ne gelince ayaklarımı yavaşlatır, balıkçıların telaşlı bağırışlarını, işçilerin sıra beklemelerini, balık ekmeği iştahla yemelerini, açık büfeleri, el arabasında mevsimlik sebze, meyve satanların balıkçıların çığlıklarına karışan bağırışlarını hep ilgiyle izleyerek Eminönü’nden Sirkeci tarafına yürür, tenha Cağaloğlu yokuşundan çıkar, şantiye binasına gelirdim. Yol yorgunluğuyla barakamda keyifle karnım tok uyurdum. Hele mevsim yaz, bir de hava ayaz ise sırt üstü yatıp, karnım tok gökyüzünü seyrederek uyumanın keyfine diyecek yoktu doğrusu… Bir de dalmaya değecek mal-u hülyalarım varsa…
Yine bir cuma akşamı,
O gün nasıl olsa akşam Saime ablamın yemeğini yiyeceğim diye doğru dürüst bir şey yemeden yine Kulaksız Yokuşu’nun yolunu tuttum.
Bekliyorum ki,
Saime ablam her zamanki gibi, Yakup sen açtırsın deyip önüme yemeklerini sunacak.
Ama ne var ki, aradan dakikalar geçmesine rağmen Saime abladan ses, soluk çıkmıyor.
Nihayetinde Saime abla “Yakup, bugün ev temizliği yaptım. Yemek yapmaya vaktim olmadı, biz bile çayla kahvaltı yaptık. İstersen sana kahvaltı çıkarayım.”
“Olur-mu Saime abla, her zaman yemek olmaz. Zaten karnım tok…”
Umuyorum ki, çay faslında çörek, börek gelecek. O da olmadı. Kaçak dizisini izledikten sonra bana yol göründü.
Açlığın verdiği sıkıntı ile yollara düştüm. Bir an evvel şantiyeye gidip elde kalan ne varsa atıştırmaktı amacım. Allah vere de akşamdan kalma ekmek olsa dedim kendi kendime. Belki de şantiyede Mustafa bir şeyler yapmıştır diye kendimi teselli ediyordum.
Şişhane’ye çıktım, Bankalar Caddesini hızla indim. Karaköy’den sonra Galata Köprüsünde duraksamadan Eminönü’ne vardım. Daha Galata Köprüsünün merdivenlerini inmeden balık kokuları gelmeye başlamıştı. O akşam balık kokuları bir başka geliyordu bana… Karnımın açlığını daha fazla hissettiriyorlardı. Açlığın neden olduğu eziyeti çekmemek için balıkçıları ve çevreyi izlemeden Sirkeci’ye doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Balık kokularının azdırdığı açlığımı başta midem olmak üzere bütün vücudumda hissediyordum. Sirkeci’den Cağaloğlu yokuşuna dönmeden aniden durdum, geri döndüm. Birkaç adım attım yine Cağaloğlu Yokuşuna döndüm. Beş-on adım attım. Yine durdum. Beynimin bir tarafı “Yakup git balık ekmek al” diyordu. Diğer tarafı ise, “şantiyede yiyecek bir şeyler vardır. Boşuna para harcama.” Diyordu.
Durduğum yerde kararsız bir-iki dakika öylesine kaldım. Sonra aniden Eminönü tarafına döndüm, hızla oraya doğu yürümeye başladım. Vardığım ilk balıkçıya, vazgeçme korkusuyla sıra beklemeden “bana da bir tane” dedim.
Balıkçı bana baktı, beni süzdü, şaşırdı, sanki itibarlı bir misafiri ağırlama telasındaki ev sahibi gibi ne yapacağını şaşırdı. “Hemen beyim” dedi. Sıra bekleyenlerde bir anlam verememişler, şaşırmışlardı. Ekmek yığınlarının arasından bir yarım ekmek seçti, özenle yarım ekmeği bıçağı ile açtı, mangalın üzerine bastırdı. Biraz ısıttıktan sonra, ızgaradaki balıklardan yine özenle seçtiği balığı ekmeğin içine yerleştirdi. Saygıyla, “soğan koyayım mı beyim?” Ben “koy, ama az olsun.”
Dikkatle az soğanı ekmeğin içine yaydı, balık ekmeği itina ile kâğıda sardı, bana uzatırken “balığın kıç tarafından koydum beyim.”
Şaşırdım,
“Demek ki balığın kıçı daha makbulmüş” diye düşündüm. Parayı verdim. Oradan hızla uzaklaştım. İştahla yediğim balık ekmeği şantiyeye varmadan bitirmiştim. “Ulan on lira verdim ama deydi doğrusu” dedim kendi kendime…
Musluktan bir bardak su içtim, barakama gidip yattım. Ne kadar uyudum bilemiyorum, karın ağrısıyla uyandım.
Karın ağrısı beni perişan ediyordu. Bir müddet yatakta kıvrandım. Sonra divanın kenarına oturdum. Karın ağrısından iki büklüm olmuş, soğuk soğuk terliyordum.
Gariplik böyle bir şey işte… Şimdi anam yanımda olsaydı, çok sevdiğimi bildiği için her zaman kıyıda hazır tuttuğu ekşi yoğurttan verirdi. Karnım ağrıdığında, yediklerimden midem bozulduğunda her zaman bir kâse yoğurt yetiştirirdi bana. Ekşi yoğurdu getirdiğinde “şunu ye, karnının zehrini alır” derdi. Bunun bilimde geçerliliği var mı? Bilemiyorum, ama yoğurdu yedikten sonra rahatladığımı hissederdim. Garip anam, o da bunu mutlaka anasından öğrenmiştir.
Balık beni zehirledi galiba mutfakta yoğurt vardır belki, gidip yiyeyim dedim.
Mutfağa gittiğimde buzdolabına baktım, yoğurt kâsesi yoktu.
Zehirlenme korkusu ve telaşa ile Mustafa’nın uyuduğu odaya girdim. Mustafa’yı dürterken bir yandan da korkuyla “Mustafa yoğurt var mı?” Diye bağırıyordum.
Mustafa, ne olduğunu anlayamadan benim telaşlı halimden etkilenmiş o da korkmuş, yattığı yerden doğrulmuş, yatağa oturmuştu.
Uyku sersemliği ve korkuyla “ne var ne oluyor? Dedi.
“Ben zehirlendim galiba, şantiyede yoğurt var mı?”
Mustafa yataktan hızla ayağa kalktı, “zehirlendin mi… nasıl zehirlendin?”
“Nedenini sorma, var mı onu söyle.”
Olacaktı galiba dedi. Hızla mutfağa geçti. Buzdolabının kapağına sarıldı.
“Ben baktım orada yoktu.”
Sonra mutfak raflarına bakmaya başladı.
Bir yandan da “oluum, yoğurtla olacak iş mi? Hastaneye gidelim.”
“Yaa ne hastanesi… Bu saatte hastaneyi nereden bulacağız? Hem taksi tutacak para mı var. Sen hele şu yoğurdu bul. Anam bana ekşi yoğurt yedirirdi.”
Mustafa rafın kenarındaki plastik yoğurt kâsesini buldu. Bana uzattı, “içinde birkaç kaşık olacaktı galiba” dedi.
Ben kâsede kalan üç-beş kaşık yoğurdu bir hamlede yedim. Lan bu tatlıymış. Zehri keser mi ki? Muslukta kâseyi çalkaladım, onu da içtim.
Mustafa uyku sersemliğini üzerinden atmış, kendine gelmişti. “Nasıl zehirlendin?”
“Ne bileyim? Eminönü’nde kayıkçıdan balık ekmek almıştım. Bayat-mıydı, neydi? Balık zehirledi galiba.”
Mustafa her zamanki gibi diklendi. “Her bulduğun yerden ne alıyorsun. Hem de gecenin bu saatinde.”
“Akşam bir şey yemedim. Balık kokusu baydı beni. Canım çekti. Ulan balıkçı bir de kıç tarafından verdim beyim demez mi?”
Balığı balıkçıdan aldığımdan beri kafama takılan soruyu sordum.
“Mustafa sen Trabzonlusun, balıktan anlarsın. Balığın kıç tarafımı makbuldür?”
Mustafa ters ters bana baktı, yediğin ne balığı idi?
Ne bileyim… Palamuttu galiba.
Mustafa kızarak, “hak etmişsin, Nisan ayında palamut mu olurmuş. Buzhane balığıdır.”
Mustafa’nın uyku sersemliği gitmiş, kendine gelmişti. Mustafa benim bilgisizliğimi yakalamıştı.
Benden üstün olduğu konuyu anlamıştı. On dakika balıklardan dem vurdu. Ben lafı değiştirmeye çalışmak için başka konuları gündeme getirmeye çalışıyordum. “Bugün ne yaptınız?
Mustafa kayıtsızca “ne yapacağız… Her zamanki işler.” Yine balıktan dem vurmaya başladı.
O sırada dışarıdan ambülânsın siren ışığı pencereye vurdu. Birbirimize baktık ben gülerek “ulan yirmi dakika önce geçeydin ya…”
Hee… Dedi Mustafa, “dolmuş mu lan bu… El kaldırınca dursun.”
“Ne bileyim oğlum, ömr-ü hayatımızda ambülâns mı gördük. Trafik kazalarında bile yaralıyı karga tulumba taksinin arka koltuğuna atıp hastaneye öyle götürüyorlar. Öyle ya… Karın ağrısı tutmuş birine kim bakar? Benimkisi de laf işte…”
İleride büyük adam olunca elinin altında ambülâns bulundurursun.” Lafı sokuşturmuştu yine…
Ruhen rahatlamış şekilde, birdenbire” Şimdi karnın nasıl? Diye sordu Mustafa.
“Biraz rahatladım, terlemem de durdu.”
Haydi, kalk, yatalım, yarın bir kamyon çimento gelecek, onu indireceğiz. Belli ki şantiyede Mustafa’nın havasından üç-beş gün geçilmeyecekti.
x x x x
“Dede… Dede… Kahveni getirdim.” Yayıldığım sandalyemde gözlerimi açtığımda bakıcının kızı uyanmam için beni dürtüyordu. Bakıcının kızı gülerek ne de güzel horluyordun dede.
“İçim geçmiş kızım. Epeyi yormuşum kendimi… Kahvem geldi demek, ellerine sağlık. Cigaramı unutmadın ya…”
O sırada çevre yolundan canhıraş bağırtı ile geçen ambülânsın sesi duyuldu.
Ben gülümseyerek… “Kim bilir hangi bey, hangi balığın kıç tarafından zehirlenmiştir?”
O sırada zamane yetmesi genç kız bir anlam veremeden şaşkın bana bakıyordu.