1/2
Memleketimden İnsan Manzaraları 503
CAMBAZA BAK, CAMBAZA!
İki haftadır sözünü ettiğim Nallıhanlı köylü çocuğu Hasanoğlan mezunu yazar Bahattin Gemici’yi az da olsa tanıyorsunuz artık. Bu yazarımız üç aşağı beş yukarı sanki benim çocukluğumu, belki sizin de çocukluğunuzu anlatıyor; yeni yayımlanan Hasanoğlan Ateşi adlı eserinde. İşte bir örnek:
“Evimizde masa olmadığı için yerde, çul bezinin üstünde ders çalışırdım. Babam anneme bir çul bezi tezgâhı yapmıştı. Annem eski bezleri, gömlekleri keser; onlardan çul bezi dokur; bunları satarak evin ihtiyacını karşılardı. Bütün bu çabalara rağmen evde gazyağının olmadığı günler de olurdu.
Bir akşamüstü evimizin balkonunda kitap okurken tarlalarından öküz arabalarıyla dönen çiftçiler beni görmüşler. Babama, “Okuyacak çocuk nasıl da belli oluyor” demişler.
Annem bana, “Oğlum, bizim hâlimizi görüyorsun. İster oku, ister okuma!” derdi. Okumaktan, öğrenmekten başka çarem yoktu. Okuyup öğretmen olmak istiyordum. Kendimi ve ailemi bu yoksulluktan kurtaracaktım.” (Sa. 22)
Yalnızca bu kadar değil. Bir başka sayfaya göz atalım şimdi de:
“1960’lı yıllarda Nallıhan Sakarya İlkokulunda öğrenciydim. Siyah önlük giyip beyaz yaka taktığımız, ayağımızda kara lastiklerle yürüdüğümüz, gaz lambası ışığında aydınlanıp ders çalıştığımız yıllardı. Büyük kardeşlerim eskiyen gömleklerini, pantolonlarını bana verirlerdi. Yamalı da olsa temiz giyinirdim.
Birinci sınıfta kalıp okumayı bile sökememiştim. Yeni öğretmenim Hasanoğlan Köy Enstitüsünün ilk mezunlarından olan Emin Güney’di. Onun öğrencisi olmak benim en büyük şansımdı. Öğretmenim bendeki cevheri görmüş, sürekli teşvik etmişti. Eğitim sevgiyle başlardı. Kısa zamanda sınıfın en çalışkan öğrencileri arasına girmiştim. Öğretmenle aramızda güçlü bir bağ vardı. Müfettişler dersimize geldiğinde onun yüzünü kara çıkarmazdım.
Öğretmen çarşıda beni ne zaman görse mutlaka yanına çağırır, zorla cebime 25 kuruş koyardı. Az para değildi bu. İki simit alınırdı en azından ya da doyuracak kadar bisküvi, leblebi… Babamın düzenli bir geliri olmadığından bu para çok hora geçerdi. (Sa. 28)
Köyde yaşayanlar kasaba ve kenti özler; kasaba ve kentlerde yaşayanlar da köyü… Böyle kurulmuş dünya. Kim ne yoksa onu arar hep. Olmayan özlenir. Çocukluğu Nallıhan’da geçen Bahattin Gemici de köy yaşamına bayılanlardan. Dördüncü sınıftayken, “Yaz gelse de yine köye gitsem!” der durur. Doğum yeri Epçeler köylülerinin nerdeyse hepsi akrabasıdır. O daha çok Durmuş Dayı ile Nuriye Hala’sında kalır. Onların kızları Fadime, Safiye ve Asiye ile birlikte hayvan otlatmak, bahçe sulamak, bostan çapalamak, kiraz toplamak, acıkınca bohçaları açıp ne varsa birlikte yemek, akşam olunca toplanan meyve ve sebzeleri eşeğe yükleyip eve götürmenin güzelliği nerde vardır!
Hele hele her gün başka bir tarlada arpa ve buğdayları orak ve tırpanla biçmenin zevkine doyamaz. Yere dökülen başakları bir kalburda toplamak onun görevidir. Akşama doğru kesilen desteleri kağnıya yükleyip dağlar, tepeler aşarak harman yerine ulaşırlar. Köy yakınındaki harman yerine gelen desteleri dayı, amca ve enişteler harmanın ortasına yayar. Sonra iki öküzün çektiği düvenle sapların sürülmesine gelir sıra. Dört gözle bekler bu ânı gemici. Çünkü dayı ve amcalar bir süre sonra düveni ona bırakırlar. Ne büyük zevktir; düvenle birlikte dönüp durmak!
İyice sürüldükten sonra harmanı savurup tane ve samanı ayırmalıdır artık. Rüzgâr gerekir ama bu işi yapmak için.
2/2
Çoğu zaman hafif bir yel bile yeter de artar. Büyükler alıp ellerine yabayı, incelmiş sapları
doldurarak fırlatırlar havaya. Tahıl samandan ağır olduğu için dik olarak düşerken, hafif olan saman
rüzgârın etkisiyle sağa sola savrulur. Çiftçi elde ettiği ürünün üçte birini satar; üçte birini un ve bulgur yapımına, kalan üçte birini de tohum için ayırır.
Bir gün tarlada çalışılırken vakit öğleye yaklaşır. Dayısı yemek hazırlığı için ateş yakmasını ister yeğeninden. Gemici topladığı çalı çırpıyı yakmak için yarım kutu kibrit harcarsa da başarılı olamaz. Durumu fark eden dayı koşarak gelir. “Ne yaptın sen yeğenim? Bütün kibritleri ziyan etmişsin. Köylük yerde kibrit çok değerlidir. Her şeyi idareli kullanmalıyız. Köyde bakkal yok. Ayda yılda bir ineriz kasabaya biz. Tutumlu ol!” diye uyarıp güzel bir ders verir ona.
Aynen benim gibi Gemici de çocukluğunda muz ve çikolata yememiş hiç. Eline az bir para geçince ucuz olduğu için leblebi ve bisküvi alırmış bakkaldan. Ve ilkokul döneminde diş fırçası ve diş macunu da olmamış hiç. Hangimizin oldu ki!..
Ezberlediklerimizi hemen unuturuz da yaparak, yaşayarak, deneyerek öğrendiklerimizi kolay kolay unutamayız. İşte bir örnek daha:
Gemici bir akşam yoldan geçmekte olan küçük bir köpeği “Hoşt!” diye azarlar. Sen misin beni azarlayan diyen köpek dönüp saldırarak onu ısırmasın mı? Köpeğin kuduz olabileceğinden korkan aile ilk kez hastaneye götürür onu. Üç hafta boyunca kuduz aşısı yapılır. “Köpeği severim ama tanımadığım hiçbir köpeğe asla hoşt demem.” der ki haksız mı?
Siz siz olun, yalnızca tanımadığınız köpekleri değil, iki ayaklı yaratıkları da azarlamaya kalkmayın sakın!
Onların bıçak ve tabancaları da vardır ceplerinde. Yaralamakla yetinmeyip vurup öldürürler de.
1960’lıyılların ilk yarısının güzel bir özetini de şöyle yapmış yazarımız:
“Sokaklar huzur içindeydi; kimse kimseye kötü gözle bakmazdı. Gece geç vakitlere kadar saklambaç oynardık. Çocuk cıvıltılarının yanı sıra evlerden bağrış çağrışlar yükselirdi. Yokluk, yoksulluk insanları bağırtırdı. Kimsenin arabası, televizyonu, koltuk takımı yoktu; kimse kimseyi kıskanmazdı. Evlerdeki sandalye bile lüks sayılırdı. Divanlarda oturur, yer sofralarında minderlere kurularak yemek yer, ortaya konan tabağa ya da tencereye kaşık sallardık. “
Nallıhan’da öyleydi de Akseki’nin Gödene köyünde farklı mıydı sanki?
Yine düşündürücü bir anı ile bitirelim; bu söyleşimizi. Bilirsiniz; kasaba ve kentlerde genellikle sonbahar aylarında üç gün süren panayırlar düzenlenirdi. Bakınız, yazarımız Hasanoğlan Ateşi adlı kitabındaki “Panayır” başlıklı bölümü nasıl sonlandırıyor:
“Boncuk lakaplı bir cambaz,(*) önce uzun tahta bacakları üstünde çarşıyı dolaşır, ardından elinde denge sağlamaya yarayan uzun ve ağır bir sırıkla direkler arasına gerilen ipin üstüne çıkardı. Üzerinde yürürken, “Oy dangala dangala/ Kömür de koydum mangala/ Ayşe de Fatma dostum var/ Çalkala Boncuk çalkala” şarkısını söyler; bu arda hepimizin yüreği ağzımıza gelirdi. Millet ağzını açıp cambaza bakarken, dışarıdan gelen yankesiciler çok kişinin cüzdanını, parasını yürütürdü.”
Ve bu bölümün son cümlesi de şöyle:
“Bugün de. ‘Cambaza bak, cambaza!..” denilerek insanlarımız soyulmuyor mu?”
Evet, çok haklı yazarımız. Gerçekten bugün de en çok rağbette olan soygun yöntemidir bu.
————————————————————————————-
(*) Cambaz sözcüğü Farsça… Can ve baz sözlerinin birleşmesi… ‘Canıyla oynayan’ anlamında… Ancak Türkçe Sözlük, halkımızın söyleyişini esas alıp cambaz yazılışını benimsemiş. (H:E)
Hüseyin ERKAN
0535 371 74 83
huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr