Gaz Lambası anı öykü kitabından.
İCH HABE GROSSE PROBLEME
Her zaman gittiğim, büyük istasyonun yürüyen merdivenle inilince hemen karşısındaki fırın kafedeyim yine. Buralıların deyimiyle Haupbahnofta’yım yani. Burası tramvayın, metronun merkez istasyonu sizin anlayacağınız.
Hep buraya geliyoruz biz acemi gurbetçiler. Acemiyiz tabi elli yıl önce gelip buranın dilini, kurallarını, yaşayışını, yasalarını ve işleyişini bilenlere göre.
Bizler devlet görevlisiyiz, üçer beşer yıl buradaki vatandaşlarımızı tanıyıp, dertleriyle hemhâl olup görevimiz bitince de döneceğiz.
Bizim apartman hep buradan alıyor ekmeği ve simidi ben keşfedip methettiğimden beri. Bir kahve içimi de sohbetlerimiz oluyor burada, ‘Buranın kahvesi güzel Starback’ın ki acı’ diyor diyor geliyoruz buraya.
Sonra bir gün anladım niçin buranın kahvesinin güzel olduğunu, kahveniz veriliyor, süt ve şekeri siz ekliyorsun istediğiniz kadar, ondan güzel işte kararınızı biliyorsunuz, istediğiniz kadar ekliyorsun sütü ve şekeri. Her işte kararını bilmek güzeldir değil mi?
İşte ben o yüzden her okul çıkışı uğruyorum buraya sonra da dokuz numaralı tramvaya binip dolana dolana gidiyorum eve.
Buranın günün saatlerine göre müdavimleri oluyor. Günün erken saatlerinde okula giderken uğrarsam, işe gidip gelenler, çocuklu anneler, hep acelesi olan gençler hınca hınç doldurur burayı, oturma yeri az zaten, oturacak yeri zor bulursunuz, çeşit çeşit pasta, simit ve ekmekleri alan gider telaşla bir yandan da. Su gibi akar insanlar bu iki kapılı dükkandan.
Ön kapıdan girer, ellerine bir tepsi alanlar alacakları pasta, simit ve çörekleri maşayla alıp bu tepsiye koyarlar, kasaya yaklaşıp hem hesabı öderler hem de aldıklarını koyacaklar kese kağıtlarını isterler kibarca ‘Tüte Bitte’ diyerek. Alacağını alan alır ve çıkar öteki kapıdan, her müşteriye olabildiğince kibar davranan kasiyerler, soluk bile almaz o saatlerde, alınanları hesaplamak, para almak, paraüstü vermek, alınan her pasta ve çöreğe uygun kese kağıdı vermek o kadar da kolay iş değildir hani.
Akşam üstü uğrarsanız durum bambaşkadır, dükkan yorulmuştur artık onu sömüren müşterilerden, arı kovanı gibi çalışmaktan yorgun, bitkin ve dingindir akşam üzerleri.
İş dönüşü, akşam üstü beşe doğru okuldan çıkınca uğrarsam mekanın bu yorgun halini görüyorum ve çok seviyorum o anı, asıl sahipleri dizilmiş oluyor mekanın koltuk ve masalarına şimdi ellerinde kahve ve yiyecekleriyle.
Okullara giderken bana eşlik eden eşim, sevmiyor kalabalıkta ve kapalı yerde fazla durmayı hem de ben dersteyken o çok gezdiği için şehrin her tarafını, gelip beni aldığında okuldan hemen eve gitmek istiyor doğal olarak.
Bahnhof’da ayrılıyor yolumuz o eve ben mekanıma, hemen kahvemi ve içi reçelli güzel bir Alman pastası olan Berlinamı alıp oturuyorum bir masaya iş çıkışı.
İşte karşıda uzun kürk mantolu Heriette kahvesi önünde oturuyor kurumluca masada, eliyle gel gel diyor, hemen ‘Gruss Got’ diyerek selam veriyor Bavyeraya has selamla ve her zamanki şakasını da yapıyor ‘schönes Haaren’ diyor saçlarımı işaret edip ardından da ‘Fünf Euro’ diyor gülerek Heriette’nın ‘saçınız güzel’ iltifatı beş Euro çok şakacı yani.Tanıştık geçenlerde, yarım buçuk Almancamla sohbeti ilerlettik, beni çok sevdiğini söylüyor her seferinde, evine de davet ediyor telefon numarasını da verdi şaşırıyorum, bu durum burda çok alışıldık bir durum değil ama bakıyorum çok samimi ve içten, sanıyorum oldukça varlıklı da olsa yalnız bu güzel yaşlı kadın.
Çok güzel bir kadın kim bilir gençken ne kadar güzeldi, oldukça da şık giyiniyor. Geçen gün kahvesini ve sohbetini bitirdiğinde gitmek için kalmak istedi kalkamadı sandalyeden, omuzuna attığı upuzun ve çok da güzel gerçek kürk mantosunun da ağırlığıyla ve yaşlılıktan olsa gerek, kolundan tuttum yardım edeyim kalkmasına diye bir çığlık atmasın mı? ‘Sakın kolumdan tutma kolum daha önce üç kez kırılmıştı’ dedi. Korkarak ve çekinerek ‘tamam’ dedim. O, benim kolumu tuttu, asıldı ve kalktı.
Yakındaki Fitnes Salonuna gidecekmiş, üç kez kırılan kolla ne sporu yapacaksa. Seni seviyorum Herietta.
Diğer köşede de elindeki her parmağına yeminle söylüyorum baş parmağına bile üçer yüzük takmış, her yeri saçı kulakları bilekleri burnu parlak metalli ve taşlı takılarla dolu bir kadın var. Pena değil bu kadın, o burnu zımbalı halkalılardan değil, hem onlar hep Bahnhof’un yan tarafında ve başka bir kafede ve önünde oturuyorlar bu tarafa pek gelmezler. Ama bunun da kendince bir tarzı var.
Her zamanki gibi yanında üç beş tane çantası var içinde tıkış tıkış eşyalar olan uzaylı gibi parlak taytlar giymiş kadın. Kadının yine suratı asık, yine başka bir boyutta bakışları, yine aldıklarını tıkıştırmaya çalışıyor artık hiçbir şey sığmayacak kadar dolu çantalarına söylene söylene, sapsarı boyanmış kabarık saçlarından metal bir nesne düşerken yere.
Beri yanda beyaz düz saçlı, mavi gözlü, her zaman temiz düzgün ve grinin tonlarında giysiler giyen Alman adam elinde tuttuğu simitle oturuyor kahvesi önünde saatlerce kımıldamadan ve simidini yemeden, baktığı noktadan gözünü ayırmadan.
Adam ya Parkinson türü bir hastalık sahibi ya da simit ve kahveyle iyi bir tefekküre dalıyor. Her noktaya ve herkese dakikalarca bakıyor, yüz ifadesi hep aynı ve ben eminim ki adam hepimizi tanıyor artık ne alacağımızı da biliyor tabi ben de onun ne yapıp ne alacağını biliyorum.
Bir de akşam altıya doğru bizim Türk lokantalarından birinin mutfağında yemek pişirdiğini söyleyen aksanından Doğulu olduğu belli olan yaşlı ve yorgun kadın geliyor, diyor ki ‘Çok yoruluyorum çalışırken, burada bir kahve içip öyle eve gidersem iyi geliyor hocam’ diyor.
Her zaman olduğu gibi yine artık yaşlandığından, lokantada yemek pişirmenin güçlüklerinden, kocasından ve çocuklarından dertlendikten sonra uyuklayıp kalıyor koltuğunda, gelen geçenin gürültüsünden arada sıçrayıp uyanıyor gözünü açınca da soğumuş kahvesinden bir yudum içiyor.
Bu gün yine eşim eve ben kahve içmeye gittim, bu akşam pek tanıdık kimse yok sadece her simidine dakikalarca bakan beyaz saçlı Alman adam var, kahvemi ve simidimi alıp geçiyorum boş bir yere, bakıyorum
Tanrı’nın kullarına.
İçeriye bakan kapıdan zayıf uzun boylu, dalgalı saçları kulak hizasında kesilmiş, beyaz yüzü küçük kırmızı sivilce izleriyle dolu, ağlamaktan kıpkırmızı olan gözleriyle, sürekli sessiz sessiz ve hazin hazin iç çekerek ağlayarak omzundaki çantasına sıkıca sarılmış bir kız hepimizin yüzüne bakarak giriverdi. Hem ağlıyor hem de sürekli ‘İch habe Grosse Probleme’ diyor.
Ağzımdaki lokmamı zor yuttum, neydi ki şu Allah’ın gurbetin de bu garibin derdi. Ağlayan kız beni bir adım geçti Alman adama baktı, Alman adam hemen yüzünü öteki tarafa çevirdi, dudağını büktü, kız herkesin yüzüne tek tek bakıp devamlı da sular seller gibi ağlıyor hep aynı cümleyi tekrarlıyor ama kimsenin umurunda değil sanki kızı bir tek ben görüyordum, seslenidim ‘Hey yardım ister misin?’ diye, niyetim açsa simit ve kahve almaktı. Telaşla ‘Yok yok istemem’ dedi ama sürekli ağlıyordu.
Sonra bana döndü ‘Rus musun?’ dedi, yok ‘Türküm’ dedim. Yine ağlıyor yine aynı cümleyi tekrarlıyordu, dükkanın öteki kapısına kadar gitti, geri döndü, benim yanımda bir yer boşalmıştı, baktı, geldi oraya oturdu. Çantamdaki simitlerden birini verdim, çekinerek aldı, ağlayarak yavaş yavaş yemeye başladı.
Ağlamaya biraz ara verdi ve bana ‘Almanca biliyor musun?’ dedi. ‘Az biliyorum, problemin ne?’ dedim. Bir yandan da daha iyi Almanca bilen birinin ya da Herietta’nın gelmesi için dua ediyordum, acıyorum kızın çaresizliğine.
‘Ailen yok mu? dedim’ ‘annem’ dedi daha çok ağladı. ‘Hasta mı?’ dedim en yakın ihtimali düşünüp, yok anlamında başını salladı, cebinden bir kimlik kartı çıkardı annesininmiş ama anladığım kadarıyla annesi tutuklanmış, ceza evindeymiş, bunu da oturduğu evden bu gün artık kalamazsın bu evde demişler çıkarmışlar. Gidecek yeri yokmuş.
‘Arkadaşın yok mu?’ dedim, ‘var ama telefonunu açmadı, şimdi de arayamıyorum’ dedi. ‘Niçin?’ dedim, kontörü bitmiş. Ama ben de güvenliğim gereği başka bir numarayı telefonumla aratamazdım çünkü ya Almanca ya da Rusça konuşacaklar bilmediğim bir insan, üstelik anne hapiste yardım edeyim derken başıma bir iş açmaktan korktum.
O sırada lokantada yemek yapan bizim yaşlı kadın geldi, biraz sevindim ‘gel anlıyorsan şuna yardımcı olalım’ diyecektim ki bizim ki çıkıştı ‘Aman hocam ne edecen bırak hem her açım diyene bir simit alıp verirsen paran biter’ demesin mi? Kızdım tabi ama bir şey demedim.
Ağlayan Rus kıza, yukarıda jetonsuz ve parasız, acil durumlar için bir kez kullanabileceği kontörlü bir telefon olduğunu, diğer sorunları için de resmi yerlere gitmesini söyleyerek kalktım.
Ben de dedim ki içimden bizim yemekçi kadına, bu gün senin bayatlamış dertlerini dinlemeyeceğim canım ‘Tschüss’ dedim, kalktım ikisine de iyi günler dileyip.
Rus kıza yeterince yardımcı olamadığım için çok üzülerek tabi. Ama dilimiz bir deyim kazanmıştı ‘İch habe Grosse Probleme’ herkese kendi derdi büyük şu dünyada.
Çantamı topladım, yürüyen merdivenden yukarı çıktım, dokuz numaralı tramvay durağına gittim, tramvay gelince de bindim, pek seviyorum bu tramvay gezilerini, insanları gözlemliyorum, şehrin güzelliklerini görüyorum mevsimine göre nasıl da güzel koruyorlar ağacı ve yeşili.
Daha mart der demez, yeşil bir halı olur her yan, mayısta tadına doyulmuyor, yaz da güzel hele kış ve kar.
Her mevsim ayrı güzel, en güzeli de herkesin toplu taşıma araçlarına binebilmesi, felçli bile gezebiliyor burda.
Dönerken yanımda götürmek istediğim şeylerden biri de tramvay, gülmeyin.
Getiremedim tabi yanımda tramvayı, belediye başkanları getirsin şehirlerimize.
Bu gün ben çok üzgünüm zira ‘İch habe Grosse Probleme’ Problem mi ne? Bizim burda toplu taşımaya binemiyorum istediğim çoğu yere gidemiyorum, Nürnberg’i ve mekanımızı özledim tabi sütünü ve şekerini kararımca eklediğim kahvemi.
Hayatta tadımız tuzumuz kararımız hiç bozulmasın, büyük büyük dertlerimiz de hiç olmasın inşallah. Ha bir de dostlarımı özledim, her kahve kokusunda hatırlıyorum.
Görsel: 2014 Nürnberg Haupbahnof
Şükran Uçkaç Yargı
Sazsızozan
23 Ekim 2019 Ankara