Memleketimden İnsan Manzaraları 492
Düşünmeye Değer Bir Konu
Yıllar yıllar geçse de iyilikler de unutulmuyor, kötülükler de… Güzellikler de unutulmuyor, çirkinlikler de… Sözgelişi Dicle İlköğretmen Okulu 1968 mezunu Kenan Ok’un anıları gibi…
Kenan bir gün arkadaşı Hasan Karaca ile okul bahçesinden elma çalmaya gider. Hasan ağaca çıkıp kopardığı elmaları aşağıya atar. Kenan da onları bir yastık kılıfı içine toplamakta iken matematik öğretmeni Bayram Başaran çıkagelir. “Ne yapıyorsunuz burada?” diye sorunca:
“Hocam, dolmakalemimiz kayboldu; onu arıyoruz.” demesin mi, Hasan!
“Oğlum, yalanın da bir şerefi var; ağaçta dolmakalem mi aranır? Nasrettin Hoca’yı da geçtin sen.” deyip başka bir şey demeden çekip gider. Gider de bir korku sarar gençleri. Ya öğretmen onları müdüre şikâyet ederse? Ya hırsızlık suçlaması ile disiplin kuruluna verirse? Ya okuldan atılırlarsa? Ancak benim de yakından tanıyıp sevdiğim meslektaşım ne öğrencilere hakaret eder, ne tokat atar, ne de disiplin kuruluna verir onları.
Kenan’ın tarih öğretmeninin lakabı Herodot imiş. Derse girerken sınıfın kapısını öyle sert açarmış ki, titrermiş tüm öğrenciler. Cin fikirli birkaç öğrenci, tarih dersleri olduğu bir gün tüm menteşelerini çıkarıp kapatmışlar kapıyı. Herodot her zamanki hışmıyla öyle bir dalar ki içeriye, kapıyla birlikte iki seksen uzanır yere. Şaşırmış halde zorlukla kalkıp ayağa, topallaya topallaya doğru okul müdürüne…
Biraz sonra müdür Hüseyin Abraz gelip, “Kim yaptı bunu?” diye sorar ama kimseden bir yanıt alamaz. Israrlı denemeleri de işe yaramaz. Kenan Ok’un sözleriyle bitirelim bu anıyı:
“Okulun en yaşlı öğrencileriydik. Birçoğumuz kimi öğretmenlerimizden daha yaşlıydık. Bizim sınıfta evli ve çocuk sahibi çok arkadaşımız vardı.”
1970 mezunu Süleyman Demirkol’un da ilginç birkaç anısı var; öğretmen Refik Türk’ün derlediği Hoşot (Dicle ) Anıları adlı kitapta. İşte onlardan biri:
Demirkol bir pazartesi günü öğle paydosunda Ergani’ye gider. Bir köylüsünden para alıp dönerken, uzaktan matematik öğretmeni Niyazi Acar’ı görür. Hemen yan sokağa sapıp koşarak döner okula. Ertesi gün ilk ders matematiktir. Öğretmen sınıfa girer girmez, el işaretiyle yanına çağırır Demirkol’u. Hiçbir şey sormadan var gücüyle bir sağ, bir sol yanağına yapıştırır tokadı. “Git, otur!” der; sonra da.
Tüm sınıf donup kalır. O derste ne öğrendiğini çoktan unutur Demirkol ama yaşamı boyunca unutmaz; yediği o iki tokadı.
1971 mezunu Cemal Aslan da Tanker lakaplı öğretmenden söz eder; birçok arkadaşı gibi. 1960’lı yılların ilk yarısında bir darbe girişimine katıldığı için Harbiye’den atılanlardanmış Tanker. Lakabını hak edecek kadar cüsseli biriymiş. Sesi de kalın, gür ve heybetli… Cüssesi gibi sesini de korkutmak, sindirmek, ego ve egemenliğini tatmin için kullanırmış. Özellikle nöbetçi olduğu günler çeşitli bahanelerle canına okurmuş öğrencilerin.
Matematik ve fizik derslerine girermiş ama askeri disiplin uygularmış hep. Cüssesi ve sesi gibi davranışları da kabaymış. Bir trafik kazası sonucu hastanede yatan yaralı öğrencilere bile,
-2-
bozuk şivesiyle, “Ulan molozlar! Nehişiniz vardı buralarda?” demesin mi?
Cemal bir gün Ergani’de bir arkadaşıyla gezerken, bir muziplik gelir aklına. PTT’den iki-üç jeton alıp okulun öğretmenler lokalini ararlar. Cemal “Alo!..” sesini duyunca, tanınmamak için sesini kalınlaştırarak, “Ergun Bey’le görüşmek istiyorum” der. Biraz sonra Tanker:
“Ben Dicle İlköğretmen Okulu öğretmeni Ergun…” diye tanıtınca kendini:
“Tanker, siz misiniz?” diye sorar Cemal.
“Kapat telefonu, eşşekoğlu eşşşşeeekkkk!..” diye kükreyip küt diye kendisi kapatır telefonu.
1968 mezunu Halis Öztürk ne yazmış bakalım, bir öğretmeni için:
“Resim yazı dersimize gelen Necati Özbay Hocamız, profesyonel ressam ve hattat yetiştirir gibi bütün öğrencilerden yeteneğine bakmaksızın kusursuz çalışmalar bekleyen, kusur buldukça bir hafta boyunca tüm derslerimizi ihmal ederek zamanımızı harcadığımız haftalık ödevimizi yırtıp yüzümüze çarpan biriydi.”
1971 mezunu M. Nuri Aslan, adlarını anmadan Dicle’deki iki öğretmeni şöyle anlatıyor:
“Beni iki sene üst üste ikmale bırakan karı koca iki öğretmenden biri müzik, öteki beden eğitimi öğretmeniydi. Tesadüf değil bu, karı kocanın işbirliği mükemmeldi. (….) Kendilerinden en çok korktuğumuz öğretmenler her zaman beden eğitimi öğretmenleri oldu; desem, abartmış olur muyum?”
Beden eğitimi öğretmenlerinin birçoğu neden öyledir acaba? Oysa biz, “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.” diye biliyoruz; değil mi? Bu söz mü yanlış yoksa? Sağlam vücutlu ve sağlam kafalı olmak için ille de kendinden küçükleri, kendinden zayıfları ezmek ve üzmek mi gerekir? Düşünmeye, araştırmaya, tartışmaya değer bir konu; değil mi bu?
Bakanlığın o yıllardaki uygulaması sonucu, Dicle’de son sınıfa geçen öğrenciler, batıdaki öğretmen okullarına dağıtılır. M. Nuri Aslan da 20 arkadaşıyla birlikte Akşehir Öğretmen Okulu’na gönderilir. İki okul arasındaki büyük fark şaşırtır onları. Nedenmiş, bakalım:
“Akşehir’deki masa düzeni, masaya konmuş bez peçeteleri, yemeklerin çeşidini, lezzetini görünce derecesiz şaşırdığımızı açıkça söylemek zorundayım.”
***
Nerden kaynaklanıyordu; bu büyük fark? Her okula verilen ödenek aynı olduğuna göre yemekler ve yemek masaları Dicle’de neden böyle düzgün ve güzel değildi? Denetim yok muydu? Bakanlık müfettişleri niçin bu farkı görmüyordu? Aksaklıkları düzeltmek için neden hiç kimse kılını oynatmıyordu? Üstelik eski bir Köy Enstitüsü değil miydi Dicle? Dolayısıyla onun daha iyi olması gerekmez miydi?
Özgürce düşünelim biraz, ne olur! Köle etmeyelim; beynimizi ağalara, beylere. Dün olduğu gibi korkmayalım; korkmayalım artık, düşündüğümüzü söyleyip yazmaktan!
Hüseyin ERKAN
535 371 74 83