Memleketimden İnsan Manzaraları 480
Hele Sizler, Hele Sizler!
Aksulular, Kepirtepeliler, Hasanoğlanlılar!
İvrizliler, Akçadağlılar, Cılavuzlular, Pamukpınarlılar!
Kızılçullulular, Düziçililer, Beşikdüzülüler, Arifiyeliler, Gölköylüler, Pulurlular!..
Kısacası tüm Köy Enstitülüler ve Öğretmen Okullular!
Geçen haftaki yazımızın başlığını, “Bir Başkadır; Dicle’nin Çocukları” olduğu için birazcık kırıldınız, azıcık darıldınız bana; öyle mi?
Hayır, hayır! Azıcık bile olsa kırılmayın da darılmayın da lütfen! Biliyorum ki, sizler de çok farklısınız. Her bölgenin, her yörenin havası, iklimi, bitki örtüsü gibi çocukları da farklı olacak elbette. Her çiçeğin biçimi, rengi, kokusu farklı olduğu gibi… Meyveler de öyle değil mi? Elma muza benzemez; kiraz da portakala… Ya ceviz, ya limon?..
Ne biçimleri, ne renkleri, ne tatları benzer bir birine. Hepsi de ayrı bir güzel ama.
Çocukları, gençleri, dahası tüm insanları da böyle düşünmek gerekmez mi?
Bu söyleşiyi yazmak için oturmuştum ki, telefonum çaldı. Bilmediğim bir numara idi. “Buyurun, ben Hüseyin Erkan” diye açtım yine de.
“Günaydın Sevgili Öğretmenim! İyi günler…”
Tanıdık bir ses değildi ama sıcacık ve sevgi doluydu. İyi de kim olabilirdi?
“Ben, Dicle’deki öğrencilerinizden Mehmet Tur… Bu haftaki yazınızda adını andığınız Ali Yılmaz ve Hikmet Buluttekin’le aynı sınıftaydık.”
“Memnun oldum; sevgili Tur. Nerde gördün, nerden okudun o yazıyı?”
“Hoşot (Dicle) Anıları kitabını derleyip yayımlayan arkadaşım Refik Türk gönderdi; bu sabah. Baştan sona gözlerim yaşararak okudum. Ve sizi 60 yol sonra yeniden bulduğum için çok mutlu oldum.” diye anlattı da anlattı; Dicle anılarını.
“Sizi unutmam asla mümkün değil.” deyince, “Niçin?” diye sordum; merakla:
“Bugüne bugün 70 yaşını aşmış emekli bir insan olarak tüm dişlerim sapasağlamsa, bunu size borçluyum çünkü.” demesin mi? İyice meraklandım:
“Hayda!.. Bir yanlışlık var bu işte, sevgili Tur. Bunda benim ne payım olabilir ki?”
“İzninizle anlatayım: Siz bizim hem Türkçe ve edebiyat öğretmenimiz, hem de sınıf öğretmenimizdiniz. Bir gün, sınıfa girip günaydın dedikten sonra, kürsüye geçip çantanızdan bir diş fırçası ve bir diş macunu çıkardınız. Sonra da bunları bize yakından göstererek niçin dişlerimizi günde en az iki kez fırçalamak gerektiğini öyle güzel anlattınız ki! Ve zil çalıp dersten çıkarken de en önde oturduğum için diş fırçasını ve diş macununu bana hediye ettiniz. İşte o günden beri ben, her gün sabah ve akşam dişlerimi mutlaka fırçalarım. Ve her fırçalayışta da o dersi ve sizi anımsarım. “
O günkü bu dersi, her öğretmenin yapması gereken sıradan bir iş gibi düşündüğümden hiç mi hiç not etmemişim beynime.
Mardin’in Mazıdağı ilçesinin bir köyünden, arkadaşı Ressam Mehmet Kapçak’la da aynı
-2-
sınıftan ve akraba olduğunu da söyleyince, Mehmet Tur adını yakın bir zamanda bir yerde görüp okuduğumu düşündüm. Karşılıklı güzel dileklerle telefonu kapattıktan sonra, Dicle
Anıları kitabını açtım ama adı ve yazısı yoktu orada. “Nerde olabilirdi, nerde?” derken, Refik Türk’ün bana gönderdiği bir iletide olduğunu anımsadım. Diyordu ki Refik Türk:
“Öğrenciniz Mehmet Tur’un alttaki anısı, derlememiz baskıya girdikten sonra geldiği için kitapta yer alamadı. Önemli bulduğum için iletiyorum size.”
Mehmet Tur, neler anlatmış bakalım; bana ulaşan o yazısında. İşte ilk paragrafı:
“1960 yılında sınavı kazanarak Dicle İlköğretmen Okulu’na kayıt yaptırdım. Yoksul bir ailenin çocuğu olmam nedeniyle çok zorluklarla karşılaştım. Yine de kısa zamanda okula uyum sağladım. Okulumu sevdim.”
Yazı oldukça uzun olduğu için bundan sonrasını özetleyeyim izninizle:
Resim, müzik ve spor yetenekleriyle öğretmenlerinin dikkatini çeker. Önce Rasim Öğretmeni Recep Adakçılar ders dışı zamanlarda düzenlediği kurslara alır onu. Hemen sonra müzik öğretmeninin özel olarak çalıştırdığı gruba seçilip piyano, keman ve bağlama çalmayı öğrenir. Sporda da iyidir. Beşinci sınıfa geldiğinde okulun futbol takımının as oyuncusudur artık. Yaptıkları iddialı bir maç sonunda, ünlü Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’ni bile yenerler.
Ancak bu çok yetenekli öğrenci, özellikle edebiyattaki üstün başarılarıyla kendini herkese sevdirmiş olan arkadaşı Raif Türk gibi cebir ve geometriyi sevmez hiç. Öğrencilere hakaret etmekten zevk duyan Tanker lakaplı öğretmeni hiç sevememiş ki, dersini nasıl sevsin!
Ve 1966’da 6 yıldır öğrencisi olduğu okulun müdürü, “Cebir ve geometriden iki yıl üst üste sınıfta kaldığın için öğretmen olamazsın sen” deyip okulla ilişiğini kesiverir.
Böyle bir durumda ben olsam ne yapardım; bilemem de, Mehmet Tur, “Kara bahtım, kem talihim/ Taşa bassam iz olur/ Ağustosta suya girsem/ Balta kesmez buz olur” diye türküler söyleyip kaderine küseceğine, dışarıdan lise bitirme sınavlarına girer. Öteki dersler gibi cebir ve geometriden de iyi notlar alarak mezun olur. Sonra üniversite sınavına girer, kazanır. Çok istediği halde öğretmen olamaz ama başarılı bir maliyeci olur.
Mehmet Tur, yazısını şöyle bitirmiş:
“Dicle hep burnumda tüttü. Dicle’deki arkadaşlarımı hiç unutmadım. O başarılı resimlersen, müzik ve spor becerilerimden eser kalmasa da Dicle gözümde tütüyor hâlâ.”
Uluslararası pek çok alanda olduğu gibi Paris 2024 Olimpiyat Oyunlarının da birçok dalında neden hiç adımız geçmiyor diye üzülüyorsunuz; değil mi? Okullarımızda Mehmet Tur’un cebir öğretmeni Tanker zihniyetlileri eğitimci ve yönetici olarak görevlendirdiğimiz sürece bugünkünden daha iyi olmamızın imkân ve ihtimali yoktur!
Çocuklarını yetenekli olduğu dallara değil de başka alanlara kaydırmak için zorlayan anne babalar! Sizler yalnızca çocuklarınıza değil, ülkemize de en büyük kötülüğü yapıyorsunuz.
Hele hele çocuk yaşta kızlarını evlendirenler! Ve bu cinayete onları mecbur bırakan sözde şeyhler, sözde ağalar, beyler! Hele sizler, hele sizler!..
Hüseyin ERKAN
huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr