Memleketimden İnsan Manzaraları 475
Azı da Zarar, Çoğu da Zarar Bunun
Herkese olduğu gibi bana da birçok şey vermiş Tanrı. Evet, pek çok şey vermiş de unutmuş bir şeyi nedense. Ancak ne çocukluğumda dert edindim ben bunu, ne gençliğimde, ne de sonraki yıllarımda. Var olanlarla sevineceğime, yok olanla niçin üzüleyim ki!
Ne midir bu eksikliğim?
Söylemem, söyleyemem! Ben kendimi anlatayım da onu siz söyleyin bana. Zira ömrümde tatmadığım bir duygudur o benim.
Çocukluğumdan başlayayım izninizle: Dört kardeştik biz. Bir ablam vardı, iki de benden küçük kardeşim. Bilirsiniz, kardeşler kıskanırlar birbirlerini. Kavga bile ederler bu yüzden. Ben ne ablamı kıskandım, ne kardeşlerimi… Dolayısıyla kavgamız olmadı hiç.
İlkokulda sınıf arkadaşım Mustafa Dönmez ve Hasan Çetinkaya’nın matematiği çok iyiydi. Benden kat kat iyi… İsmail Uzun’un inci gibi güzel ve okunaklıydı el yazısı. Kemal İldeniz benden daha güzel resim yapardı.
Eşref Zeytinkaya ile İbrahim Güngör ve Saim Güngör spor ve oyunlarda daha başarılıydılar. Sevim Parlar tarih, Emine Cingöz coğrafya dersinde daha öndeydi. Babası İstiklal Savaşı gazisi olan Yaşar Ulukaya hepimizden daha güçlü kuvvetliydi. Efe Rıza’nın oğlu Şerafettin Aksoy farklı mı farklıydı bizlerden. Babası gibi dimdik yürür, hem güzel okur, hem güzel konuşurdu. Düşünüyorum da şimdi, “Ben neden şu arkadaş gibi değilim?” sorusu geçmedi hiç kafamdan.
Ve sonra Aksu Köy Enstitüsü, Aksu Öğretmen Okulu… İlkokuldaki gibi orada da benden birkaç yaş büyüktü; birçok sınıf arkadaşım. Ve yine benden daha başarılı, daha yeteneklilerdi. Sözgelişi Manavgatlı Mustafa Söyler, mandolini ilk kez orada gördüğü halde, kısa sürede öyle çabuk öğrendi ki çalmasını, konuştururdu âdeta bu sazı. Kaşlı Cengiz, Tarsuslu Remzi, İbradılı Hasan Çelik çok güzel resim yaparlardı.
Gazipaşalı Muhammet Özkan, Mersinli Lütfi ve Aksekili Hüsnü Çatlıoğlu en önde gelen sporcularıydı sınıfımızın. Mersinli Ömer Kars, Silifkeli Veli Özgen, Aksekili Zekâi Önal, İbradılı Recep Kazar ve Hasan Çelik tüm derslerden en yüksek notu almak için yarışırlardı.
Zekâi Önal’la aynı sırayı paylaştık son sınıfta. Kuralcı ve disiplinli bir arkadaştı. Zorunlu olan üç etüdü de mutlaka ders çalışarak değerlendirirdi. Nitekim birinci olarak bitirdi okulu. Ve sonra tıp fakültesini de bitirip doktor olarak taçlandırdı başarısını.
O yıllarda yabancı dil dersi yoktu; öğretmen okullarında. Mersinli Seyfi Kubilay kendi çabasıyla İngilizce, İbradılı Salim Koçak Almanca öğrendiler. Sonra da yükseköğrenimlerini bu dallarda yapıp yabancı dil öğretmeni olarak görev yaptılar yıllarca.
Nasıl bir öğrenciysem ben, ilkokulda olduğu gibi, Aksu’da da yarışa girmedim hiçbir arkadaşımla. Sınavlarda geçer not almak yetip de artıyordu bana. Akşamki iki etüdü ders dışı kitap okumaya ayırır, yalnızca sabah etüdünde ders çalışırdım.
İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsünde birçok sınıf arkadaşım, birkaç yıl öğretmenlik yaptıktan sonra gelmişlerdi. Dolayısıyla iki, üç, dahası dört, beş yaş büyük olanlar vardı benden. Sözgelişi Trabzonlu Güngör Altay, Sivas/Divriğili Necdet Sakaoğlu, Aksekili Mustafa Enhoş, Kırşehirli Elvan Atay…
-2-
Henüz 17-18 yaşlarındaki İstanbullu İmren Aysan, Muğla/Datça’dan Hasan Kaya ve benim gibi birkaç arkadaş “tıfıl” sayılıyorduk.
Okulda olduğu gibi öğretmenlik yaşamlarında da başarılı oldu arkadaşlarım. Güngör Altay MEB Bakanlık Müfettişi, Necdet Sakaoğlu ünlü bir tarihçi yazar ve MEB Talim ve Terbiye Kurulu Üyesi, Mustafa Enhoş araştırmacı yazar ve başarılı bir avukat oldu.
İmren Aysan, Tevfik Türkmen, Neveda Mıhçakan, Hasan Kaya, Yusuf Vatansever gibi arkadaşlar liselerde başarılı müdür ve müdür yardımcıları olarak adlarını duyurdular. Okulda olduğu gibi hayatta da başarılı olan arkadaşlarımla övünç ve kıvanç duydum hep.
12 yıl öğretmenlik yaptıktan sonra 1973’te kız meslek lisesi giyim öğretmeni olan eşim Güler’le evlendim. Eşler birbirlerini karşı cinsten kıskanırlar biraz; değil mi? Aşırılığa kaçmazsa normal sayılır bu. Beni mi sordunuz?
Bende ne gezer o yetenek! Eskiler “Vermemiş Mâbut, ne yapsın Mahmut?” derlerdi. Ben, “Vermemiş Yaradan, ne yapsın Hüseyin Erkan!” olarak değiştirdim o sözü.
Beni İncitemezsin adlı kitapta güzel bir öykü okudum. Hande ve Serdar iki yıllık evliler. Seviyorlar birbirlerini. Günlerden bir gün, Hande’in, “Acaba eşim başka kadınlarla da ilgileniyor mu?” diye bir soru takılmasın mı kafasına!
Bu sorunun yanıtını bulmak için eşinin ceplerini, çantasını, cep telefonunu karıştırır.
Yola bu amaçla çıktığı için bulduğu her şeyden kuşkulanır. İpe sapa gelmez nedenlerle olmamış şeyleri olmuş gibi ortaya serip suçlayınca eşini, çıkıp gider Serdar evden. Birkaç gün geçtiği halde dönmeyince, Hande pişmanlık duyar yaptıklarından. Arayıp bularak, içtenlikle özür diler eşinden. Burada önemli olan, Serdar’ın ne söylediği… Dinleyelim:
“Bu kıskanmak değil Hande, bu güvensizlik… (…) Sana güvenim sonsuzdur. Peşine düşmem, eşyalarını karıştırmam. Bunları yapma ihtiyacını duyduğum bir kadına âşık olamam ki zaten. Beni aldatması an meselesi olan bir kadınla yaşadığım şeyin adı aşk olamaz ki. Benim anladığım aşk böyle bir şey değil. Sonsuz bir güven ve huzur içinde yaşadığım şeydir o… Sen benimle hiç aşk yaşamamışsın be Hande. Öyle huzursuzluk içinde oturup beklemişsin iki yıl… Çok üzgünüm; sana gerçek aşkı yaşatamadığım için…”(*)
Deyip dönmez bir daha o eve.
Siz ne düşünürsünüz bilmem de, bana sorarsanız, hiç de haksız değil Serdar.
Biz 50 yılı devirdik evlilikte. Bir kez olsun eşimin çantasına bakma gereğini de duymadım, cep telefonuna da… Bugüne dek “Şunu giyme, oraya gitme.” de demedim hiç, “Saçını öyle tarama, erkeklerle konuşma” da demedim. Kendi zevk ve özgürlüğüme gösterdiğim özen ve saygıdan daha fazlasını onun zevki ve özgürlüğüne gösterdim.
Böyle yaptığım için, bir kez bile pişman olmadım. “Her şeyin azı karar, çoğu zarar.” denir ama kıskançlığın azı da zarar, çoğu da zarar bence… ——————————————————————————————–
(*) Müthiş Psikoloji/Beni İncitemezsin, Destek Yayınları 2023,
Nişantaşı/İstanbul, Sa.73; info@destekyayinlari.com
Hüseyin Erkan
0535 371 74 83