Kırık dökük binaların olduğu sokağa yöneldik. Rüzgâr adeta çevreyi süpürüyordu. Sarkık levhaların; bakkal, ayakkabı tamircisi, terzi, fotoğrafçı, berber, demirci ve lokantacıya ait olduğu güç de olsa okunuyordu.
Kaldırım taşları arasındaki, su birikintileri her adımda dikkatli olmamızı gerektiriyordu. Bastığında kemiği fark etmeyen arkadaş, tepe üstü gitmekten son anda kurtuldu. “On sene bu şehirde kalsam, böyle bir sokağa girmezdim,” dedi.
Sokağın izbe haline bakarak, tarihi bir sıfat yakıştırılabilirdi. Yalnız depremde zarar görmemişti. Fay hattına uzaklığından dolayı, sallanmasına rağmen, binalar herhangi bir yıkılma uğramamıştı. Arkadaş sokağı anlatırken, daha kontrollü adım atıyorduk.
Çeşitli kokular arasında; balık, yanık yağ ve çürük meyve kokusu konuşmamızı engelliyordu. Atık sebze ve meyveler de kirli sularla sokağı terk etmiyordu. Birikmiş kirlilik, kokuya ve iğrenç bir görüntüye neden olmuştu.
Sokağın düzensizliğine bağrışmalar, kavga eden kuş ve demirci dükkanından çekiç sesleri damgasını vuruyordu. Arkadaş arada, itişip kakışmaların da eksik olmadığını ve doğal olarak “kavga sokağı,” ifadesini kullandı.
Balık kızartması açlığımızı hatırlattı.
Balıkçıyı iki dükkân geçtikten sonra, “bol kepçe” tabelasını gördük. Dar bir kapı, kirli camlar ve karanlık bir ortam.
Lokantacının iltifatları arasında kapıya dayandık. İçeriye en son girdim. İki masayı işgal ettik. Lokantacı bu davete alışık olmalı ki masaya örtü serdi. Neşeliydi, hepimize hoş geldiniz, dedi ve elimizi sıktı. Işıkları yaktığı halde, duvarlar ancak fark ediliyordu. Karşıda yağlı boya tablo, yağ içerisinde kalmıştı. Arka tarafta kalpaklı ve yaşlı bir subay üniformalı paşanın da tablosu belli belirsizdi. Birkaç manzara resmi de kardeşinin hediyesiymiş. Kasanın arkasına Atatürk’ün cumhuriyeti ilan ettiği yıla ait fotoğrafı yer alıyordu.
Kapı ve pencereyi açtı. Yanık yağ kokusu ve diğerleri az da olsa dağıldı.
Lokantacı isteğimizi sormadan çorba taslarını önümüze koydu. Mutfaktan tencereyi getirdi ve taslarımızı doldurdu. Masaya ekmek ve iki sağan turşu geldi. Turşunun kendi bağından olduğunu söyledi. Lokantacı neşeli ve sevecen davranıyordu.
Masamız, ekmek ve turşudan sonra daha da neşelendi.
Ezogelin çorbası umduğumuzdan daha lezzetliydi. Çorba da özeldir, dedi. Lokantacıya beyaz önlük ve kepi yakışmıştı.
Çorbamızı afiyetle içerken, atölyeden motorun acı sesiyle irkildik. Olay, keresteyi keserken hızarın dişleri çiviye takılmış ve böyle bir acı ses çıkartmıştı.
Sokaktan geçen at arabasının gürültüsü ise tanıdık bir ses değildi. Atın kişnemesi olmasa neyin bu gürültüyü çıkarttığını bilemeyecektik.
Çocukların fotoğrafçıya giderken, söylediği marşlar, sokağı inletti.
Lokantacı her olay için bilgi vermekten de geri kalmadı. Tabaklarımıza biber dolması ve yoğurt getirdi. “Başka yemek yok,” dedi.
Lokantacıyla çeşitli konularda görüş alışverişinde bulunduk. Düşünmediği olayların, arka planını konuştuk. Kapı önü sohbetimiz de renkli geçti. Çünkü komşu esnaf da gelip konuşmalarımıza katıldı.
Sokakta yıkılan binanın olmamasını neye bağlıyorsunuz? Sorusundan sonra, deprem gündeme geldi. Neşemiz yerini üzüntüye bıraktı. Lokantacı, fay hattı üzerindeki elektrik direğinin iki katlı evin üzerine düşmesiyle yangın çıktı. Ev tamamen yandı. Baba yandı ve ana ile iki çocuğu kurtuldu.
Ailenin sığınacak kötü bir çadırının olması, onları zor durumdan kurtarmadı. Arkadaş bağ evimi hazır edip onlara veriyorum, dedi. Aramızda para topladık ve lokantacıya verdik. Aileye de haber saldık, onları bağ evine yerleştirdik.
Bol kepçeyle bundan böyle diyaloğumuz devam etti.
Hasan TANRIVERDİ