Didim‘de günlerim güzel geçiyor. Hafta sonları genelde daha uzun yürüyorum. Aslında her zaman yürüyorum da, hafta sonları daha uzun olmasının sebebi biraz başka bir alana geçiş. Beyin, bir işten yorulabilir. Dinlence ise, “ara” diye yaptığınız şeylerin biraz uzun tutulması. Yan gelip yatmak değil; başka bir alana geçiş.
Son birkaç aydır yaptığım gibi, uzun yürüyüşlerim aynı güzergah üzerinden. Fener caddesi üzerinde, o tarafa doğru. Kuzeye doğru yani.
Yürürken, ara ara, kısa kısa duruyor etrafı gözlüyorum. Sadece rüzgarı dinliyorum. Uzak koylar ve silikleşmeleri, bulutlar; bulutların altında denize dikey gelen sıradağ uçları; külli manzara bir karış avuca sığar hale geliyor. Bir avuca sığar fakat yürü yürü bitmez. Şehir geride kalmış; bir bakıyorum geldiğim taraflara; ne ev kalmış ne beton. Bazen tek tük ev damları görüyorum; sanki kimseler yaşamıyormuş gibi.
Kısa kısa soluklanmalarımın bir de sebebi oluştu. Hem soluklanıyorum hem de manzaraları tarif etmek üzere bir genele bir ayrıntılara bakıyorum. Bir resmi, boş bir kağıda ana hatlarıyla çizmek. Sonra, ayrıntılara inmek. Sonra, biraz geri durup tekrar ana hatlara bakmak. Buradaki farklı olan şu; çizip ayrıntılandırdığınız şey, bir kağıt değil. Başka bir renkten başlıyor her seferinde. Kahverengi tali yollar beyaz kağıt yerine geçiyor bazen. Bazen, denizin, günün vakitleri sebebiyle değişen parlak lacivert-siyah tonlarının, göğün farklı mavi tonlarıyla ince bir çizgide, taa uzaklarda birleşip yittiği parlak bulanıklık; beyaz kağıt gibi. Ayrıntılar sonra gelişiyor, ilişiyor zemine, ana hatların silik sınırlarından; uzaklarda hayaletleri sıradağların uçlarından.
Doğa, her an resim yapıyor yani. Mekanlar kuruyor. Bir zaman geçiyor, bir anda bile, başka bir mekan. Gürültüden uzak baktığınızda kalbinizde de ve aklınızda da kurulup, değişip yeniden kuruluyor mekanlar.
Bir çiçek var. Yıllar öncesinde, gördüğümü hatırlıyorum fakat gerçek halini değil. Kitaplardan filan görmüşümdür. O çiçeği sürekli görüyorum. Demin bahsettiğim mekan oluşlarında o çiçekler de aniden beliriyor. Geçen ay o kadar da çok yoklardı. Bu, en son yürüyüşümde, Akdeniz bitki örtüsü içinde onların da çoğaldığını fark ediyorum…Evet. Bu çiçeği ben burada değilken de görmüştüm kitaplardan dergilerden. Adını belki okumuşumdur eskiden. Şu çiçek:
Ben, normalde bir çiçek gördüm mü mutlaka dokunurum. Fakat bu çiçeğe içgüdüsel olarak, dokunmadım hiç. Zehirli bir çiçekmiş…
Döndüm dolandım. Yine aynı yere geldim. Bir roman mekanına. Geçen yazılarımın birinde bahsetmiştim. Bir bataklık alan :
Biraz yukarıdan çektim bu resmi. 3-5 adım yukarıda yol kenarında 4 saplı Drimia-numidica çiçeğini ilk defa dikkatli inceledim. Yanı başında iki avuca sığar bir kaya parçası vardı. Sanki kaya parçasını kaldırıp atmış bir el gibiydi, çiçek.
Roman Mekanına Varış
Emekli bankacı, hırsız kadını bu bataklığa gömüyor. İşini gücünü hallettikten sonra gidiyor. Fakat sonra bir şey oluyor… Kadının eli, kasılıp dışarı çıkıyor. Bu nasıl olur? diye bir düşündüm. Normalde, bir kişi öldükten sonra, ister gömülsün ister açıkta beklesin, vücutta böyle kasılmalar-hareketler olabiliyormuş. Hatırladım. Daha önce, yıllar öncesinde bir yerlerde okumuştum. Dirilme emaresi değil, yani. Sinir sistemi, beyin iletişimi ile ilgili şey.
Bu çiçeği gördükten kısa bir süre sonra, manzaraları izlerken aniden aklıma geldi bu ayrıntı. Bu çiçek, hırsız kadının dışarı çıkan eline benzetilebilirdi. Böylelikle romandaki bir anlatı mekanı daha etkileyici olur. Öyle de olacak zaten.
Şu günler, bu çiçeğin tam zamanları ki zaten geçen hafta sonu bir görseydiniz! Her yan bu çiçeklerle dolmuş… Her yerde ölümün elleri. Zehirli hem de.
Roman mekanının süsü de diyebiliriz.
Bu mekan, yani bataklık mekanı, romandaki son mekan. Roman gereği, buradaki bataklığa çok kişi gömülecek.
Romanda tabii ki başka mekanlar da var. Önemli olan son mekan. Roman içinde, okuyucu, zaman zaman bu mekana gelecek.