“Tarih milletlerin hafızasıdır” demişti İngiliz tarihçi Arnold Joseph Toynbe. Gerçekten de öyle değil midir?
“TARİH MİLLETLERİN HAFIZASIDIR” DEMİŞTİ ARNOLD TOYNBE
Tarihini unutan veya yabana atan milletlerin uzun ömürlü olmaları mümkün müdür? Bu sorulara müspet cevap vermek güçtür. Onun içindir ki geçmişte yaşananlardan ibret almalıyız. Yapılan hatalar ancak bu şekilde telâfi edilebilir.
“Tarih milletlerin hafızasıdır” sözü asla yabana atılmamalıdır. Bu söz kuru, beylik bir lâf değildir. Gerçekten de öyledir. Çünkü tarihini unutan ve ona sırt çeviren milletlerin durumu, hafızasını kaybetmiş insanların durumundan farksızdır. Nasıl ki hafızasını kaybeden bir insanın söz ve eylemlerine kanun nazarında itibar edilmezse tarih şuurunu kaybedenlerin de millet olma iddialarına toplum nazarında itibar edilmez. Milletler ancak diline, dinine, kültürüne ve tarihine tutunarak ayakta kalabilirler. Bu büyük destekten mahrum milletler kısa zamanda zayıflar ve nihayetinde çökerler. İnsanlık tarihi bunun bariz örnekleriyle doludur.
Biz Türkler bütün tecrübelerimizi belli bedeller karşılığında elde etmişiz. İbret almak için ille de bedel mi vermeliyiz? Ecdadımızın tecrübelerinden yararlanmayı hiç mi akıl etmiyoruz? Mademki bu kadar çileler çektik, bari bunları gelecekteki nesillere aktaralım. Onların da aynı makûs talihe muhatap olmalarına izin vermeyelim. Bununla ilgili olarak Gazeteci-Yazar Ayhan Katırcıkara’dan bir hikâyecik aktarmak istiyorum sizlere:
“Sayın Vehbi Dinçerler Milli Eğitim Bakanı iken, Japonya’dan gelen bir grup resmi konuğu ağırlar. Sohbet sırasında Vehbi Bey Japon Heyet Başkanı’na sorar; Çocuklarınızda, gençlerinizde millî kişiliklerinizi, değerlerinizi nasıl koruyor, nasıl eğitiyorsunuz?”
Japon anlatır, bizim heyettekiler hayretler içinde dinler: -Çocuklarımız okula başlamadan onları gruplar halinde çok hızlı trenlere bindirerek, 200 km hızla ülkeyi şöyle bir dolaştırırız. Amerikalıların attığı atom bombasıyla harabeye dönen Hiroşima’ya götürürüz onları. Burda onlara deriz ki ‘Çalışırsanız, bizimkilerden daha hızlı teknolojiler geliştirirsiniz. Geriye değil, ileriye gidersiniz. Çalışmazsanız, düşman gelir sadece bir kentinizi değil, bütün ülkeyi bu hâle getirir. Takdir sizin.’ Hepsi bu… Özel bir şey yapmıyoruz…”
Pür dikkat bizimkiler… Herkes hayret içindedir. Japon anlatmaya devam eder: -Sizde bizden çok daha önemli yerler var. Meselâ Çanakkale… Gençler ilk mektebe gitmeden bu bölgeyi görmeli. Sizin İtilaf devletlerine karşı gösterdiğiniz kahramanlık bir destan gibi… Gençler bunu iyi bellemeli. Yedi düvele karşı çarpıştınız. Teslim olmadınız. Bunu izah etmek öyle pek kolay olmuyor, Çanakkale Boğazı’nı görmeden, bilmeden, tanımadan…”
Adını tarihe altın harflerle kazıyan mübarek ceddimizin geride bıraktığı şanlı mâziye sırtımızı dayayarak ondan aldığımız güç ve moralle geleceğe emin adımlarla koşmalıyız. Bizler tarihi dört duvar arasında kuru malumatlarla aktarıyoruz çocuklarımıza. Onlara ancak tarihî olayların kronolojisini ezberlettiriyoruz. Bu da onlara nefretten başka bir şey kazandırmıyor. Hangi birimiz öğrencilerimize Çanakkale Savaşları’nı, hadiselerin yaşandığı ortamda anlatma imkânını zorladık? Teşebbüs ettik de engellerle mi karşılaştık. Bir düşünün.
Tarih kuru malumatlarla öğrenilmez; öğrenilse de kişiye bir şey kazandırmaz. Tarih sevdirilmelidir öncelikle. Kronolojik olaylar ezberletilse de zihinlerde kalıcı izler bırakmaz. Bu bilgiler, o şahsa millî ve manevî şuur da ver(e)mez. Bu aslında sadece tarihle sınırlı bir durum da değildir; her alanda geçerlidir. İstanbul’da görev yapan bir edebiyat öğretmeni Şeyh Galip’i anlatırken kitabî bilgileri bir kenara bırakarak, öğrencilerini Beyoğlu’ndaki Galata Mevlevihanesi’ne götürerek söz konusu şairi o iklimde anlatsa ve yaşatsa, öğrencilerine ömürleri boyunca unutamayacakları bir eğitim vermiş olur. Eğitimde esas olan budur zaten.
Ülkemizde tarihe bakış açımız birçok açıdan sorunludur. Zira bu hususta objektif olamamak gibi müzmin bir hastalığımız mevcuttur. Oysa tarihî hakikatler dönemden döneme değişmemeli, siyasete asla alet edilmemelidir. Her siyasî zihniyete göre farklı şekillerde dizayn edilen tarih, bir başka deyişle tarih biliminin popülerleşmesi ciddi bir sorundur. Zaferleri hezimet, hezimetleri zafer diye göstermek milletlerin tarihe yaklaşımında tutarsızlıkları da beraberinde getirmektedir. Bu da tarihe ve tarihçilere olan güveni zedelemektedir. Bazı kişilere ve milletlere olan nefretimiz hakikatleri perdelememelidir.