Kusura bakma Hüseyin Erkan
yoruldum demeye hakkın yok senin
H.E.
İnsanın kendi kendine yaptığı kötülüğü, en azılı düşman bile yapamaz.
Toplumlar, uluslar, devletler için de doğrudur bu söz.
Öğrencilik yıllarımızda okuduğumuz tarih kitapları, “Müslümanlığı biz isteyerek, bilerek, soyumuz ve halkımızın ahlak anlayışına uygun olduğu için kabul ettik.” diye yazardı. Sonradan öğrendim ki, gerçek hiç de öyle değilmiş.
Yani “Müslüman” olmamızın temelinde sevgi değil korku, baskı, zülüm varmış. Keşke severek, isteyerek, gönül rızasıyla kabul edebilseydik!
Yeni bir dini zorla da olsa benimseyince, her geçen gün yabancılaşmışız özümüze. Sözgelişi kadınla erkeği eşit gören, kadına saygı gösteren eski din anlayışımızdan uzaklaşmışız iyice.
Araplar gibi düşünüp kadını hor görmeye başlamışız. Çocuklarımıza Oğuz, Mete, Orhan, Alparslan, Bilge, Ertuğrul gibi Türkçe adlar dururken Ahmet, Hasan, Hüseyin, Osman, Ali, Alaattin, Seyfettin, Muhittin, Necmettin gibi Arapça ve Farsça isimler vermenin ne anlamı vardı?
Yalnız erkeklere değil, kızlara da maalesef… Annemin adı Şefika, anneanneminki Fatma, babaanneminki Ayşe… Ablamın adı Perûze, kız kardeşiminki Nigâr… Ne anlama geldiğini bilen var mı, bu erkek ve kadın adlarının?
Niçin Sevgi, Sevim, Seval, Çiçek, Dilek, Güler, Dilem, Gülenay değil de ille de yabancı bir ad?
Kime niçin sevimsiz gelir ki benim dilim?
Ben hiçbir ulusun, hiçbir kavmin diline düşman değilim ama yabancı bir dilin Türkçe’mizin üzerinde egemenlik kurmasını da asla kabul edemem.
Ana dili Türkçe olan herkesin de bu konuda en az benim kadar titiz olması gerekmez mi?
Ana dili Arapça ya da Farsça olan birinin çocuklarına İlker, Soner, Erdoğan, Özkan, Ertürk, Yıldız, Güneş, Evren, Birgül gibi Türkçe adlar verdiğini duydunuz mu hiç?
Başkaları kendi öz dillerini böylesine sever de biz niçin sevmeyiz Türkçe’mizi?
Onlar kendi dillerine böylesine sahip çıkarlar da biz kendi dilimizde niçin sahip çıkmayız?
Kaldı ki, dilimizi sonradan öğrenen birçok yabancı, Türkçedeki ses uyumu ve dil bilgisi kurallarına hayran… Dahası, “Bugünkü dil bilginleri binlerce yıl önce bir araya gelip ‘öyle bir dil yapalım ki, dünyanın hem en güzel, hem en kurallı dili olsun’ diye düşünüp taşındıktan sonra Türkçe’yi yaratmışlar sanki!” diyenler bile olmuş.
-2-
Ancak biz, pek çok konuda olduğu gibi, dilimizin de değerini bilememişiz ne yazık ki! Başka dillerden, Türkçe karşılığı varken gereksiz yere aldığımız on binlerce sözcük gibi, kural almak gibi bir yanlış daha yapmışız. Sözgelişi Türkçe kutsal kitap demek dururken “kitab-ı mukaddes”, anayasa ya da temel kanun demek varken “kanun-i esasi” ya da “teşkilat-ı esasiye kanunu” demenin ne gereği vardı?
Müslüman olmadan önce okuyup yazmıyor muydu atalarımız? Onların kendilerine özgü, bugün yaygın olarak alfabe dediğimiz bir ABC’leri yok muydu?
Orhun Anıtları, sekizinci yüzyılda Göktürk Türkçesi ve Göktürk alfabesi ile yazılıp dikilmemiş miydi? O güzelim abc’yi bırakıp Arap yazısını almaya ne mecburiyetimiz vardı?
Kendi güzelliklerimizi hor görüp her konuda Araplar gibi olmaya kalkmışız. Halkımız değil, medreselerde yetişen okuyup yazmışlarımız, biraz Arapça ve Farsça öğrenince halkımızın her şeyini hor görmeye başlamışlar.
Dilini de beğenmez olmuşlar, müziğini de… Şiirini de beğenmez olmuşlar; giyinişini, geleneklerini ve o güzelim el sanatlarını da…
Zamanla öyle bir uçurum olmuş ki halkla yöneticiler, halkla okumuşlar arasında… Cumhuriyetten bu yana tüm uğraşımıza karşın, yine de kapatamadık o uçurumu.
İlk kez 1958 temmuzunda Aksu Öğretmen Okulu’nda okuyup çok beğendiğim Ziya Gökalp’in 1923’te yazıp yayımladığı Türkçülüğün Esasları kitabında belirttiği birbirinden çok farklı üç tabaka var hâlâ toplumumuzda.
Bilinçsiz politikacıların oy kaygısıyla her geçen gün arkasını biraz daha güçlü sıvazladığı dinsel vakıf ve tarikatların söz sahibi olmaya başladığı bir ülkede –çağdaş uygarlığın üzerine çıkmayı bir yana bırakın- çağdaş uygarlığı yakalamak bile mümkün değildir bence.
Hüseyin Erkan