AKSU ÖĞRETMEN OKULU – EĞİLMEK GEREKİR ALMAK İÇİN
bahar geldi gül açtık
kış geldi sararıp solduk
köle de olmadık hiç yalaka da
koltuğumuz da yok sarayımız da ama
adam gibi adam olduk
H.E.
Ziya Gökalp’e kadar, kızına Hürriyet adını veren biri var mıdır?
Bu nedenle bile ayrıca severim ben Gökalp’i, Aksu Köy Enstitüsü’ne girdiğim günden beri.
Pekiyi, Gökalp’in askeri ortaokulda okuduğunu bilir misiniz? O dönem, askeri okullar bir başkaymış! Güzel ülküler, gerçek düşünceler yüklemişler öğrencilerine hep. Ve liseler…
Sözgelişi lise son sınıftayken Gökalp, o sıralarda okul çıkışlarında, “Padişahım çok yaşa!” demek gelenekken,“Milletim çok yaşa!” diye bağırır o.
O günlerin polisi, jandarması böyle “terörist” gençlere, “Ne güzel söylüyorsunuz, aferin!” demediğini tahmin edersiniz elbette.
“Padişah” dururken, millet de ne oluyormuş ki! Millet dediğiniz sürü!.. Padişah efendimizin kulu kölesi değil mi? Emniyet güçleri, dersini verirler; bu “vatan haini” gençlere ama anlamaz ki onlar!
Öğrenimine İstanbul’da devam etmek ister Gökalp ama ailesi evlenmeye zorlar. Bunalıma giren 18 yaşındaki genç, başına kurşun sıkarak intihara teşebbüs etse de bayıltmadan yapılan bir ameliyatla kurşun çıkarılır.
Özgürlüğe karşı olanları eleştiren şiirler yazar. Ve İstanbul’a gider. Âkif gibi, Baytar (veteriner) Mektebi’ne yazılır. Tek kişi yönetimine karşı olduğu için, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ ne katılır hemen.
Sen misin yönetime karşı olan? Görürsün sen! “Yasak yayınlar okumak ve muhalif zararlı derneklere üye olmak” suçlamasıyla 1898’de tutuklanır.
22 yaşındadır henüz. “Ne işin var senin İstanbul’da?Haydi memleketine” deyip Diyarbakır’a gönderilir. Ölen amcasının vasiyeti üzerine, onun kızıyla evlenir. Üç kızı olur.
Yine de haksızlıklara karşı durur, yanlışlara hayır der hep. Sözgelişi o bölgenin güvenliğinden sorumlu paşanın, yasadışı tutumu ve zulmü nedeniyle halkı örgütleyip telgrafhaneyi üç gün boyunca işgal ederek İstanbul yönetimine paşa ve adamlarını cezalandırmaları için telgraflar çeker.
Bir araştırma heyeti gelir ama onlar gidince zülüm ve soygun daha şiddetli olarak yeniden başlar. Bu kez Gökalp ve arkadaşlarının önderliğinde telgrafhane 11 gün boyunca yeniden işgal edilir.
Bu inançlı direniş sonucu, zalim paşanın görevine son verilir.
Şairimiz Diyarbakır gazetesinde şiirler ve makaleler yayımlar. 1908’de ikinci meşrutiyet ilan edilince Diyarbakır’da İttihat ve Terakki’nin şubesi açar. 1909’da Selânik’te toplanan cemiyete Diyarbakır temsilcisi olarak katılır.
Lise programına sosyal bilgiler dersi konması için çaba gösterir ve bunu kabul ettirir.
Selanik’te çıkan Genç Kalemler dergisinde Türkçülük ülküsünü işleyen şiirleri, makaleleri yayımlanır. 1912 de derneğin merkezi İstanbul’a taşınır, o da başkente döner. Ve o yıl, Diyarbakır milletvekili seçilip meclise girer.
Kısa bir süre sonra meclis kapanınca, edebiyat fakültesine öğretim görevlisi olarak atanır. Burada eğitimle ilgili görüşleri benimsenip uygulanır.
1913 ve 1914 yıllarında kendisine önerilen “Milli Eğitim Bakanlığı” önerisini, Tevfik Fikret gibi oda kabul etmez. Burada, “Bu insanlarda akıl yok muymuş hiç! Ayaklarına gelen bu fırsatı niye tepiyorlar?” dediğinizi duyar gibiyim.
İlle de bir yanıt istiyorsanız, söyleyeyim:
Yoksulluktan çok çekmiş yabancı ünlü bir yazara:
“Üstat! Zamanında ayağınızın altına hazineler serdiler sizin. Dönüp bakmadınız bile. Neden birini almadınız?”diye sorarlar.
Bakalım, ne demiş üstat:
“O hazineleri almam için eğilmem gerekiyordu.”
Başka söze gerek var mı?
Oldu olacak Faruk Nâfiz Çamlıbel’in doğmamış ve doğmayacak oğluna seslenişinden de iki dize alayım buraya:
Hakkın önünde eğil, zulmün önünde eğil;
Taçlar bile cihanda eğilen başlarındır!
Sakın ciddiye almayın bu tavsiyeyi. “Ârif olan anlar, ne demek istediğimi” demek istemiş şair. Ne yani, “Nâmık Kemal, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp ve Atatürk gibi dik durmak yerine zoru ve zorbayı gördünüz mü kaçın, eğilin, aman dileyin hemen” diye mi öğüt verelim gençlerimize?
Türk Ocağı kurucularından olan Gökalp’in o dönemin ünlü dergilerinden Türk Yurdu’nun her sayısında da bir şiiri, bir makalesi yayımlanır.
Ve 1918’de I. Dünya SavaşındanAlmanlar gibi yenik çıkarız biz de. İngilizler İstanbul’u işgal edince hemen tutuklanırGökalp. “Ermeni Soykırımı“ iddiasıyla işgal mahkemesince yargılanır.
O bir Türkçüdür ama asla kabul etmez; böyle bir iftira ve iddiayı. 4 ay tutuklu kaldıktan sonra Malta adasına sürgün edilir. İki yıllık bu dönemi “Limni ve Malta Mektupları” adıyla kitaplaştırılır.
Sürgün sonrası Diyarbakır’a döner. “Yeter artık, yoruldum. Biraz da rahatıma bakayım” diyeceğineKüçük Mecmua adlı bir dergi çıkarıp Kurtuluş Savaşını destekler.
1923’te Milli Eğitim Bakanlığı Telif ve Tercüme Heyeti Başkanı olarak atanır. Aynı yıl, en önemli eseri olan Türkçülüğün Esasları kitabını yayımlar.
Atatürk tarafından Diyarbakır milletvekilliği önerilir. Seçilip Ankara’ya gider. Ancak kısa bir süre sonra rahatsızlanır. Dinlenmek üzere gittiği İstanbul’da Nâmık Kemal ve Tevfik Fikret gibi henüz 48 yaşındayken o da yumar gözlerini bu dünyaya.
Mezarı Cağaloğlu-Sultanahmet yakınındaki II. Mahmut Türbesi’nin bahçesindedir.
“Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Nâmık Kemal, fikirlerinin babası Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp’tir.” diyor Atatürk.
Bu dört değerli insanın ömrü, 10-15 yıl daha uzun olsaydı keşke!
Bir kez daha sevgi ve saygıyla anıyorum onları. Işıklar içinde uyusunlar.
Işıklı eserleriyle bizi aydınlatmaya devam ediyorlar hâlâ.
***
ORKESTRA ŞEFİ SEVİNÇ ERDOĞAN KARATEPE
Konu ne olursa olsun, dışarıdan bakınca en basit iş gibi görünse de yönetici olmak kolay değil. Her şeyden önce bilgili, bilinçli, uzak görüşlü olmak gerekir ki, her babayiğidin harcı değildir.En küçük bir aileden, devlet başkanlığına varıncaya dek böyledir bu.
19 Nisan günü akşamı, 1960’lı yılların ortalarında Hasanoğlan Öğretmen Okulu’ndan öğrencimiz Türk Sanat Müziği Orkestra Şefi Sevinç Erdoğan Karatepe’nin özel konuğu olarak İstanbul Küçükçekmece Sefaköy Kültür Merkezi’ndeki konsere gittim; eşim Güler ve torunum Erim’le.
Kim demiş, “Bayandan orkestra şefi olmaz” diye! Kişisel inancımı pekiştirircesine, bir kez daha görüp anladım ki çok da güzel oluyormuş. Uzun zamandır epeyce uzak kaldığımız Türk sanat müziğine doyduk o akşam.
“Torunumuz sıkılır mı acaba?” diye bir kuşkumuz vardı. Aksine, o da bizimle eşlik etti; birçok şarkıya. Ayrıca videoya aldı birçoğunu. “Kız kalbimi sandal gibi oynatma dümende” derken de çok mutluyduk, “ Ne zaman geleceksin? Bu kaçıncı bahar?” şarkısı seslendirilirken de…
Sevinç Erdoğan Karatepe, sahneye çok yakışan giyimi, duruşu, güler yüzü ve kibarlığı ile tüm izleyenler gibi bizi de çok mutlu etti; o akşam. Solo şarkıları söylerken de çok başarılıydı çünkü, orkestra ve koroyu yönetirken de… Dilerim, yolu ve şansı açık olsun hep.