ÖNCE ORAYA GİDELİM BABA, ÖNCE ORAYA
çok zor bile olsa o günkü işim
yorgun argın dönünce eve akşam
her şeyi unutuveriyorum bir anda
güler yüzle açınca kapıyı eşim.
H.E.
Babamla birlikte sabahtan akşama değin yürüyüp Manavgat ovasını baştan başa geçerek kuzeydeki Toroslar’a ulaştık.
İlk çamlık tepeye çıktığımızda akşam olmak üzereydi. Yorulmuştuk. En doğrusu burada yatıp uyumaktı. Acıkmış, susamıştık da elbette.
Babamın bir matarası vardı. Rastladığımız her subaşında dolduruyorduk onu mutlaka. Önce su içtik kana kana. Sonra açtık çıkınımızı. Ekmeğimize katık edip tahin helvamızı, doyurduk karnımızı.
Doyurduk derken, tıka basa değil ama. Ekmeğimiz de azdı çünkü, helvamız da… Bunu bildiğimiz için, idareli yiyorduk ikimiz de.
Bu arada, karanlık basmıştı iyice. Ay yoktu görünürlerde henüz ama yıldızlarla doluydu gökyüzü. Daha üç beş laf bile etmeden, uykum gelivermesin mi hemen?
“İyi de yatak yorgan nerede?” diyeceksiniz.
Yatak yorgana ne gerek var, bir yaz günü, Toroslar’ın güneye bakan bir tepesinde?
Sonra, az mı yattık biz geceleri harman yerlerinde, bağlarda, bahçelerde?
Üstelik bu çamların altı, yıllarca dökülmüş kuru yapraklarla pamuk bir yatak olmuştu âdeta.
Kolumuz yastık; çamlar, gökyüzü ve yıldızlar yorgan… Yine de “Şimdi sıcak ama gece, özellikle sabaha karşı üşürüz belki” diyerek, heybe ve bavuldan aldığımız ceketleri sardık belimize iyice.
Çok geçmeden uyuyakalmışız ikimiz de.
Babam benden erken uyanmış yine, güneş doğmadan önce. Gerekli hazırlığı yaptıktan sonra, “Haydi yavrum, uyan artık. Yolcu yolunda gerek.” diye uyandırdı beni, alnımdan öperek.
Nazlanmadan kalktım hemen. Güneş doğmak üzereydi; dağların tepesinden.
Aaa, akşam fark etmemiştim; deniz de görünüyormuş meğer bu tepeden. İçinde neler neler barındıran o masmavi engin suyu, sessiz ve sakin görüyordum uzaktan.
Deliksiz, ne güzel uyumuştum ama oyalanacak vakit değildi. Kalktım hemen. Gereken hazırlığı yaptıktan sonra mataradan bir yudum su içip iki avuç su ile de yıkadım elimi yüzümü. Ne kadar yıkadım denirse artık buna?
Haydi, deyip yeni günle yeniden düştük yola. Çamların içinden yürüdük kuzeye doğru yine. Her adım yukarı doğru yükseltiyordu bizi. Öyle olmasa nasıl aşardık; Toros Dağları denen o tepeleri?
Karşımıza çıkan her dağı ve tepeyi aşınca köyümü karşımda göreceğimi sanıyor ama yanılıyordum elbette.
Herhangi bir dağ değil, Toros Sıradağları bu.
Bir dağ, birkaç tepe aşınca bitivermezdi ki hemen.
Akseki’yle köyüm arasındaki 20 kilometrelikyolda bile arkaya gelen kaç dağ, kaç tepe vardı; bilmiyor muydum ki sanki?
İyi bildiğim için bunu, umudumu da kırmıyor, moralimi de bozmuyordum hiç.
Bizden başka ne gelen vardı bu yollarda ne giden… Ne atlı, ne yayan…
Yol dediğime bakmayın; izi mizi belirsiz bir keçi yoluydu işte.
İyi de babam nerden, nasıl biliyordu; nereye gidileceğini? Pusula yoktu ya cebinde. Ya da gidilecek hedefi gösteren akıllı bir cep telefonu… Demekki aklına, beynine yazıp çizmişti bunları!
Sevgili dostum Prof. Dr. İlhan Sungur, yazımın tam burasında bir ileti gönderdi cep telefonuma. Açtım baktım; uçan bir kuş… Bir kuş ama dikkatle bakınca gövdesinde, kanadında, kuyruğunda onlarca kuş… Ve altında bir not:
“SEVGİLİ DOSTUM! Richard Bach diyor ki: “Yüreğinde hissedersen, mesafe yoktur. Öyleyse yürekten günaydınlar!”
Tahmin etmiş gibi sanki,böyle bir yazı kaleme aldığımı, öyle uygun düştü ki buraya, almadan geçemedim.
“Almak için izin istedin mi?” diye mi sordunuz?
Hayır, istemedim; istemeli miydim yoksa?
Hiç gerek görmedim ama yine de özür dilerim dostumdan,yanlışsa bu yaptığım.
Biz gelelim yine, yıllarca Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde çalışmış Profesör Dostumun da çok sevdiği Toroslar’a:
Evet, yürüyorduk hep kuzeye doğru ama ne bir köyden geçiyordu yolumuz, ne de bir köy yakınından. Hayrettir; ırmak, çay, dere de görmedik hiç buralarda, bir pınar da…
Az az içtiğimiz suyumuz da tükenmişti matarada. Olsun, ben de dert etmiyordum bunu hiç, babam da… O, yük altında terleyip duruyordu yine. Ah heybeyi birazcık alabilseydim sırtından!
Ne güzel olurdu ama doğrusu ya, özellikle bu dağlarda buna cesaret edemedim bir daha.
Öğleye yaklaşıyordu vakit. Bir dağı daha aşınca oh be, bir vadi gördüm aşağıda. Ve hiç de yabancı bir manzara değildi bana bu görünüm, bu doğa.
“Neresi bura baba?” diye sordum heyecanla. “Hiç yabancı gelmiyor ama bilemedim.”
“Çevredeki dağlara, tepelere bakarak biraz düşün bakalım. Sen buraya hiç gelmedin ama…”
Şöyle bir dikkatle bakıp inceledikten sonra görünen manzarayı:
“Barmana mı burası yoksa baba?”
“Evet, evet… Çok iyi bildin. Burası işte Barmana.”
Evet, Barmana annemin köyü Menerge’ye ait bağ, bahçe ve ekin tarlaları olan bir yöre.
Adını çok duydum ama gerçekten de hiç gelmemiştim buraya.
Gelmiş sayıyordum artık kendimi memleketime. Bundan sonrasını biliyordum çünkü, gideceğim yeri ve yolu. Önce, ebe dediğimiz anneannemin bahçesi Yelle… Yakın olması gerek buraya. Belki yarım, belki bir saat…
Hele hele ötesi çocuk oyuncağı… Yıllarca yazları her hafta Zöhre Teyze’min kızlarıHâdiye ve kardeşi Hamdiye ile az mı gelip gittim oraya?
“Barmana’nın soğuk bir pınarı var; derlerdi hep. Önce oraya gidelim baba!” dedim.
“Tabii yavrum, haklısın. Önce oraya. Hem susadık, hem yorulduk, hem acıktık. Önce oraya…”
(İzin verin, devamı haftaya olsun yine)