MİSAFİR SİZİ DEĞİL BENİ AYIPLAR
döndüremez kimse yolundan onu
güzel bir hedefe kilitlenmişse eğer
bin asker bağlasa bile kolundan onu.
H.E.
Bahçe bakım ister. Bahçıvansız olmaz çiftlik.
17 yıl birliktelikten sonra, mademki, “İzninizle bu ay sonu biz çıkalım.” demişti; bahçıvanımız İlyas Efendi, öyleyse yerine birini bulmak gerekiyordu hemen.
Duyurularımızı astık köyün uygun yerlerine.
Çok geçmeden bir telefon:
“Bahçıvan arıyormuşsunuz, öyle mi?”
“Evet, doğru… Buyurun, kendinizi tanıtır mısınız biraz?”
“Ben Hüseyin… Hüseyin Demir… Bulgaristan göçmeniyim. Ben de eşim de bağ, bahçe işlerini iyi biliriz. Yetişkin bir oğlumuz var, fabrikada çalışıyor.”
“Memnun oldum adaşım. Benim de adım Hüseyin… Küçük Çiftlik’i biliyorsunuz, değil mi? Silivri yolu üzerinde, tavuk çiftliğinin karşısında…”
“Biliyorum.”
“Mümkünse eşinizle birlikte, bugün ya da yarın buyurun, yüz yüze görüşelim. Çalışacağınız yeri, kalacağınız evi görün. Şartlarımızı konuşalım. Karşılıklı olarak siz de biz de uygun görürsek bu ay sonu itibariyle…”
“Bizim için duyurudaki şartlarınız uygun. Ama yine de bugün öğleden sonra gelelim.”
“Beklerim; buyurun, gelin.” deyip kapattım telefonu.
Olumlu geldi bana, adaşımın konuşması. Haydi hayırlısı, deyip beklemeye başladım.
Biraz sonra arka arkaya arayanlar oldu: Biri yakın bir çiftlikte çalışıyormuş iki yıldır. “Niçin ayrılmak istiyorsun ki?” diye sordum.
“Valla, patronla pek anlaşamıyoruz” dedi. Vanlı imiş. Evli ve 6-10 yaşlarında üç çocukları varmış.
Bir başkası bekârmış henüz, fabrikada çalışıyormuş. Ordulu imiş. “Altı dönüm bahçe, tek başına zor olur.” dediysem de:
“Hiç de zor olmaz benim için.Dene beni âbi.” diye ısrarcı oldu.
Hayır, hayır! Karı koca bir aile olmalıydı mutlaka, bizim bahçıvanımız.
Tokatlı olduğunu söyleyen bir yurttaş da çiftlikte çalışıyormuş; beş, altı yıldır. “Patronumdan memnunum ama çiftliğimiz okula uzak ve sapa. Karda kışta zor oluyor çocuklar için. Oysa sizin çiftlik, köye de yakın, ilçeye de…” dedi.
“Biraz sonra çalışmak isteyen bir aile ile görüşeceğim. Anlaşamazsak ararım sizi.” dedim.
Adaşım Hüseyin Efendi ve eşi Emine Hanım tam ikindi ezanı okunurken geldiler bahçemize. Oturup konuştuk karşılıklı; çaylarımızı içerken. “Hiçbir zorluğu yok, işimiz bu bizim.” dediler. Ve sonra:
“Yalanım yok. Havuz işi yapmadım ben bu güne kadar. Nasıl temizlenir, ne zaman, ne kadar ilaç atılır, bilmem.” dedi Hüseyin Efendi.
“Haklısın, İlyas Efendi de bilmezdi; iki günde öğrendi. Sana da göstereceğiz, sen de öğreneceksin. Korkutma gözünü sakın.” dedim.
“Ben işten korkmam. Ne yapacağımı, nasıl yapacağımı bileyim yeter ki.” diyerek güzel bir yanıt verdi yine.
İlyas Efendi bahçeyi gezdirdi; evi gösterdi.
“Bahçe ne büyük, ne küçük… Bir bu kadar daha olsa da fark etmezdi bizim için. Ev umduğumuzdan da güzel… İki odası, apayrı bir mutfağı ve banyosu var ki ömre bedel. Suyu var, elektriği var, telefonu, televizyonu var. Daha ne isteriz ki? Biz kararımızı çoktan verdik. Siz de evet derseniz, aybaşında geliriz biz.” dediler.
Doğrusu ya biz de vermiştik kararımızı çoktan. Yoksa niçin gösterelim ki kalacakları evi, değil mi ya?
İşte böyle!.. Bir Bulgaristan göçmeni aileyi uğurlarken, yine Bulgaristan göçmeni başka bir aile almış olduk bahçemize.
Doğrusu ya, yeni bahçıvanımız Hüseyin Efendi çalışkanlığı ve işini severek yapmasıyla ne denli doldurduysa İlyas Efendi’nin yerini, eşi Emine Hanım da aratmadı hiç Sebile Hanım’ı. Arı gibi çalışırken gülümsemesini de eksik etmedi yüzünden hiç.
Emine Hanım, eşini, Trakya şivesiyle “Üseyin!” diye çağırdığı gibi, bana da “ÜseyinÂbi” diye hitap etti hep. Hem güler yüzlü, hem tatlı dilli, hem çalışkan… Daha ne isteriz, biz bu insandan?
İlyas Efendi’nin havuz bakımını uygulamalı olarak bir kez anlatması, yetti de arttı Hüseyin Efendi’ye.
“Haydi, baştan sonra bir kez de sen yap bakalım.” dedim.
Haklı olarak bir iki yerde takıldıysa da ikinci denemede başarılı oldu. Yine de, hangi sıra ile ne yapacağını, okunaklı olarak yazıp verdim eline. Yanılıp yanlış yapmadı hiç.
Çimli alanı sulamakta da gecikmedi, biçmekte de…
Elinde makas, her sabah ve her akşam tek tek kontrol etti gülleri hep. Yaprağını dökmek üzere olan hiçbir gülü dalında bırakmadı.
“Her sabah kontrol ediyorsun zaten, akşamları bakmana gerek yok.” diyecek oldum bir gün:
“Hüseyin Bey! Gelen bir misafir, dalında yaprağını dökmüş bir gül görünce sizi değil, beni ayıplar.” dedi.
Bu kafada, bu anlayışla çalışan bir bahçıvandan daha ne istersiniz siz!
Sevgiyi de saygıyı da fazlasıyla hak etmiş olmaz mı bu tür insanlar?